"Ahlak meselesini anlamasak İslam'ın birçok meselesini anlamayacağız"

Batman'da düzenlenen programda bir konuşma yapan Siyer Vakfı Kurucu Başkanı Muhammed Emin Yıldırım, İslam'ın birçok meselesinin anlaşılması için ahlak meselesinin anlaşılması gerektiğini belirtti.
Batman Üniversitesi İdeal Gençlik Topluluğu tarafından "Sahabe Nesli ve Ahlak" konulu konferans düzenlendi.
Batman Üniversitesi Merkez Kampüsünde düzenlenen konferansa, HÜDA PAR Batman Merkez İlçe Başkanı M. Şerif Durmaz, Peygamber Sevdalıları Platformu Tanıtım ve Medya Başkanı Feyzi Aydın, Mustazaflar Cemiyeti Batman Şube Başkan Yardımcısı Nurettin Teymur, STK temsilcileri, öğrenciler ve vatandaşlar katıldı.
Yoğun bir katılımın sağlandığı konferans, Kur'an-ı Kerim tilavetiyle başladı. Konferans, Muhammed Emin Yıldırım'ın "Sahabe Nesli ve Ahlak" konulu konuşmasıyla devam etti.
İslam ümmeti ve toplumunun en ahlaklı toplum olması gerekirken bugün İslam coğrafyasının ahlak noktasında çok ciddi sınav verdiğini ve bu sınavı kaybettiğini aktaran Yıldırım, Müslümanların ahlaka tekrar Kur'an ve sünnet çerçevesinden bakması gerektiğini kaydetti.
Kavramların yanlış anlaşıldığını söyleyen Yıldırım, "Ne yazık ki bizim şöyle bir problemimiz var; kavramların içini Allah'ın istediği gibi dolduramıyoruz. Bazen kavramları farklı bir biçimde genişletiyoruz, bazen daraltıyoruz, bazen de içini boşaltıyoruz. Kavram dediğiniz şey, o düşüncenin, o mesajı en doğru şekilde anlaşılmasının mihenk taşıdır. Ahlak kavramı da çok bildiğimiz ama çok fazlaca hata ettiğimiz bir kavramdır. Kavramı biz indirgemiş, Allah'ın yüklediği manayı daraltmışız, birkaç alana sıkıştırmışız ve onun üzerinden konuşmaya çalışıyoruz. Onun içinde hata ediyoruz." dedi.
Geniş bir bakış acısıyla ahlak konusuna bakılması gerektiğini belirten Yıldırım, "Ahlak kavramı sadece iffete indirgenecek bir kavram değildir. İffet ayrı bir kavramdır ve o iffet meselesi de ahlakın içerisinde değerlendirilebilir. İffet meselesi de sadece kadına indirgenecek bir kavram değil. İffet meselesi de kadınıyla, erkeğiyle hepimizi ilgilendiren bir kavramdır. Ahlak deyince geniş perspektifte pencereye bakmamız lazım." diye konuştu.
"Ahlak, Allah'ın istediği gibi hayatlarımızda hâkim olmalı"
Müslümanların Allah'ın istediği gibi bir ahlaka bürünmesi gerektiğini vurgulayan Yıldırım, "Adam kayırma da ahlaksızlıktır, emanete riayet etmemekte ahlaksızlıktır, rüşvet yemek de torpil de ahlaksızlıktır. Bizim bugün Kur'an'dan ve sünnetten öğrendiğimiz, sınırları ihlal eden her şeyde o ahlak kavramının içerisine dâhil olmak durumundadır. Adam, haramdır domuz eti yemez. Domuz eti yememe hassasiyetinin aynısını kamunun malını yememede de göstermeliydi, yetimin malına el uzatmamada da göstermeliydi, kendisine bir emanet tevdi edildiği zaman o emaneti koruma noktasındaki hassasiyetinin boyutu da bir yerlere haksız adam yerleştirme noktasında da aynı noktada olmalıydı ki; ahlak dediğimiz şey gerçekten Allah'ın istediği gibi hayatlarımızda hakim olmuş olsun." ifadelerini kullandı.
"İslam coğrafyaları ahlak noktasında çok ciddi sınav veriyor"
Konuşmasının devamında Yıldırım, şunları söyledi: "Ama bugün daralttığımız için şekli olan bazı şeyler aklımıza geliyor ama genel itibariyle aklımıza diğerleri gelmiyor. Gelmediği için de bugün İslam ümmeti ve toplumu en ahlaklı toplum olması gerekirken, üzülerek söylüyorum ki bugün İslam coğrafyaları ahlak noktasında çok ciddi bir sınav veriyor ve bu sınavı kaybediyor. Ne yazık ki kaybedenlerden birileri de biziz. Her geçen gün daha fazla çözülüyoruz. Daha fazla aşağılara gidiyoruz. Bu manada ciddi sınavlar veriyoruz. Onun için bugün ahlak kavramını sadece belli bir alana sıkıştırarak anlamayalım. Gerçekten Kur'an, sünnet ve bu ikisinin hayata dönüşmüş şekli olan sahabe nasıl değerlendiriyorsa o çerçeveden değerlendirelim."
"Ahlak meselesini anlamasak İslam'ın birçok meselesini anlamayacağız"
Ahlak meselesinin en iyi şekilde anlaşılması gerektiğine işaret eden Yıldırım, "Biz ahlak meselesini Allah Resulünden; Kur'an'ın, sünnetin hayata doğrulmuş şekli olan sahabe neslinden öğrenmeye mecburuz. Çünkü bu ümmet ahlak ümmetidir. Bu ümmetin en temel vasfı odur. Eğer biz bu ahlak meselesini işin merkezine koyup anlamasak inanın ki İslam'ın birçok meselesini anlamayacağız. İslam, merkeze aklı koymaz; ahlakı koyar ve der ki, 'ahlaklıysam varım. Eğer ahlaklıysam insanım.' Çünkü düşünmenin de aklın da bir ahlakı var. Eğer ben bu ahlaklardan bir tanesini devre dışı bırakırsam Allah'ın hayata koyduğu nizamı altüst etmiş olurum. Bugün Müslümanlar olarak bu hakikatleri anlayamadığımız için, anlamadığımızdan dolayı da dünyaya anlatamadığımız için bakın insanlık bir kriz yaşıyor ve bu krizin içerisinde perişan olmuş bir vaziyette." şeklinde konuştu.
"Müslümanlar bozulduğu için insanlık bozuldu"
"Zannetmeyin ki insanlık bozulduğu için Müslümanlar bozuldu, hayır. Müslümanlar bozulduğu için insanlık bozuldu." diyen Yıldırım, konuşmasına şöyle devam etti: "Çünkü Ümmet-i Muhammed insanlığın mayasıdır. Maya bozulduğu için bugün insanlık bozulmuştur. Dolayısıyla bizim yeniden kendimize bakmamız lazım. Artık 'dış güçler şöyle, düşmanlar böyle' demekten vazgeçelim. Ne olur bu hamasetleri bırakalım. Biraz kendimizle yüzleşmeyi göze alalım. Kusurlarımızı, eksikliklerimizi, noksanlıklarımızı biraz farklı bir biçimde değerlendirelim; göze alalım, yüzleşelim, konuşalım ondan sonra bazı şeylerin çok daha farklı bir biçimde geliştiğine, dönüştüğüne, o İslam'ın inşa etmek istediği insan profilinin oluştuğuna hep beraber şahit olmuş olacağız."
"Bulunduğumuz çağ modern cahiliye çağıdır"
Bulunduğumuz çağın modern cahiliye çağı olduğunun altını çizen Yıldırım, "Şu anda 21'inci asırda yaşıyoruz. Yaşadığımız çağ Mekke dönemi mi, Habeşistan dönemi mi, birinci Medine dönemi mi, ikinci Medine dönemi mi, yoksa halifeler dönemi mi? Bunlardan beşi de değil. İster kabul edelim ister etmeyelim, bulunduğumuz çağ modern cahiliye çağıdır. Şu an yaşadığımız çağın adı modern cahiliye çağıdır. Cahiliye çağının en bariz özelliklerinin hepsini bugün modern dünyada biz şu toplumda yaşıyoruz. Nasıl ki Mekke cahiliyesinde ahlak konusunda çok ciddi bir problem vardıysa bugün, bugünün dünyasında da bizde var." dedi.
"Kalplerimiz cahiliyenin Kâbe'sine benziyor"
Hazreti Muhammed'in Daru'l Erkam'da bir insanlık inşa ettiğini aktaran Yıldırım, "Peki, Allah Resulü Mekke cahiliye çağını nasıl asrı saadete çevirdi? Bu sorunun cevabı bugünün cahiliye çağını da saadet asrına çevirme noktasında bize ipuçları verecek. Daru'l Erkam'da bir pota oluşturdu. Aldı oraya bir avuç insan ve o insanları yetiştirdi. Nasıl yetiştirdi? Sağlam bir akide inşa etti. Allah Resulü, nübüvvete başladığı zaman Kâbe'nin içerisinde 360 tane put vardı. İster kabul edelim ister etmeyelim, şu anda bizim kalplerimiz cahiliyenin Kâbe'sine benziyor. 360 tane put var kalplerimizde. Biz bunları eğer doğru anlarda onlara 'la ilahe' dediğimizi anladığımız an tevhidi anlamış olacağız. Yoksa put dediğiniz şey tahtadan, taştan yapılmış şeyler değil. Dün cisim olarak öyleydi." ifadelerini kullandı.
"Bazen mevki, şöhret, şehvet, para, kariyer, diploma bizim için bir put oluyor"
Yıldırım, son olarak şunları söyledi: "Putun tarifi şudur; Allah'a ait olan alanı siz kiminle, nasıl paylaşırsanız paylaşın orayı gasp ettirdiğiniz için o alan sizin putunuz oluyor. Dolayısıyla bazen farkına varmadan mevki, makam, şöhret, şehvet, para, kariyer, diploma bizim için bir put oluyor; bazen farkına varmadan evlatlarımız bizim için bir put oluyor. Çünkü Allah'ın konuşlandırdığı yerde konuşlandırmadığınız anda, haddi aştığınız ve bu manada sınırları ihlal ettiğiniz her şey sizin için puta dönüşüyor. Onlara da bir 'la ilahe' lazım işte. O zaman biz onlara da bu çerçeveden bakmak durumundayız. Allah Resulü sağlam bir akide inşası noktasında bunu yapıyordu. O dönemde akıllar eğitildi. Resulullah ruhları eğitti. Neyle? Kur'anî bir ahlakı inşa etmekle. Bugün bizim asıl temel konumuz da bu. Kur'anî bir ahlakın inşa edilmesidir." (Mehmet Fatih Akgül-İLKHA)
Muhammed Emin Yıldırım'ın konuşmasının tamamı şöyle:
Benim şarjım bittiği zaman soluğumu ya Diyarbakır’da alıyorum ya Batman’da alıyorum. Çünkü heyecan oluyorsunuz, aşk oluyorsunuz, biten ümitlere fer oluyorsunuz. Halen yürekleri İslam’ın aşkıyla yanan gençler var. O manada umut oluyorsunuz. Şehadet adına gevşeyen özlemlerimize yeniden özlem oluyorsunuz ve bir kez daha bizi ayağa kaldırıyorsunuz. Onun için herkese tavsiye ediyorum. Gelin bu topraklara muhabbet görün. Emin olun en az 100 kişiye hayır demek zorunda kalmışımdır iki gündür. Niçin biliyor musunuz? Evlerine davet ediyorlar beni. 100 kişi ‘hocam bu gece bizim misafirimiz ol.’ Bu nasıl güzel bir muhabbettir, ahlaktır, sevgidir. Allah bizi bundan ayırmasın. Bu bizim gerçekten ayakta durabileceğimiz en güzel şeyimiz, bütün derdimiz de bu güzellikleri biraz daha artırmak olsun ki gayretimiz, mücadelemiz, azmimiz bunun üzerinde yoğunlaşsın.
Konumuz en az cihat kadar önemli bir konudur. Sahabe nesli ve ahlak diyeceğiz. Ne yazık ki bizim şöyle bir problemimiz var; kavramların içini Allah’ın istediği gibi dolduramıyoruz. Bazen kavramları farklı bir biçimde genişletiyoruz, bazen daraltıyoruz, bazen de içini boşaltıyoruz. Kavram dediğiniz şey, o düşüncenin, o mesajın en doğru şekilde anlaşılmasının mihenk taşıdır. Öyle önemlidir ki şöyle anlayalım; şu gömleğin en alt düğmesini yanlış bağladığım zaman yukarıda neticenin ne olabileceğini hesap edin. Kavram da bu… Eğer yanlış başladıysanız, anlam yanlış oluştuysa onun üzerinden artık ne konuşursak konuşalım biz doğru bir şey konuşmayız. Hep yanlış ve hatalı konuşuruz. Ahlak kavramı da çok bildiğimiz ama çok fazlaca hata ettiğimiz bir kavramdır. Öyle ki kavramı biz indirgemiş, Allah’ın yüklediği manayı daraltmışız, birkaç alana sıkıştırmışız ve onun üzerinden konuşmaya çalışıyoruz. Onun için de hata ediyoruz.
Elimize alalım bir mikrofon, Batman’ın sokaklarına çıkalım. Önümüze gelen insana şöyle bir soru soralım; diyelim ki ahlaksızlık yayılmış değil mi bu topraklarda? Herkes evet diyecek. Kimse buna aykırı bir şey söylemeyecek. Evet, ahlaksızlık yayılmış. Peki, ahlaksızlık nasıl yayılmış diye soralım karşımızdaki o muhataba. Bize söyleyeceği şey belli. Diyecek ki; açıklık saçıklık şöyle oldu, kadınlarımız böyle oldu, gençlerimiz şöyle oldu, zina şöyle yayıldı, fuhuş şöyle oldu. Birkaç şey söyleyecek. Peki, benim güzel kardeşlerim! Ahlak sadece bunlardan ibaret mi? Biz ahlak deyince aklımıza sadece bunlar geliyorsa eğer, Kur’an’ın ahlak dediği manaya, doğru bir biçimde mana yüklemiş ve konuşmuş olur muyuz? Ne yazık ki… Bir kere zihnimizde şunu düzeltmemiz lazım. Ahlak dediğiniz kavram, geniş kavram, büyük kavram; sadece iffete indirgenecek bir kavram değil. İffet ayrı bir kavramdır ve o iffet meselesi de ahlakın içerisinde değerlendirilebilir. İffet meselesi de sadece kadına indirgenecek bir kavram değil. İffet meselesi de kadınıyla, erkeğiyle hepimizi ilgilendiren bir kavramdır. Hal böyle olunca ahlak deyince geniş perspektifte meseleye bakmamız lazım.
Adam kayırma da ahlaksızlıktır, emanete riayet etmemekte ahlaksızlıktır, rüşvet yemekte, torpil de ahlaksızlıktır. Bizim bugün Kur’an’dan ve sünnetten öğrendiğimiz, sınırları ihlal eden her şeyde o ahlak kavramının içerisine dâhil olmak durumundadır. Adam haramdır domuz eti yemez. Aynen o domuz eti yememe hassasiyetinin aynısını kamunun malını yememede de göstermeliydi, yetimin malına el uzatmamada da göstermeliydi, kendisine bir emanet tevdi edildiği zaman o emaneti koruma noktasındaki hassasiyetinin boyutu da bir yerlere haksız adam yerleştirme noktasında da aynı noktada olmalıydı ki; ahlak dediğimiz şey gerçekten Allah’ın istediği gibi hayatlarımızda hakim olmuş olsun.
Ama bugün daralttığımız için şekli olan bazı şeyler aklımıza geliyor; ama genel itibariyle aklımıza diğerleri gelmiyor. Gelmediği için de bugün İslam ümmeti ve toplumu en ahlaklı toplum olması gerekirken, üzülerek söylüyorum ki bugün İslam coğrafyaları ahlak noktasında çok ciddi bir sınav veriyor ve bu sınavı kaybediyor. Ne yazık ki kaybedenlerden birileri de biziz. Her geçen gün daha fazla çözülüyoruz. Daha fazla aşağılara gidiyoruz. Bu manada ciddi sınavlar veriyoruz. Onun için bugün ahlak kavramını sadece belli bir alana sıkıştırarak anlamayalım. Gerçekten Kur’an, sünnet ve bu ikisinin hayata dönüşmüş şekli olan sahabe nasıl değerlendiriyorsa o çerçeveden değerlendirelim.
Mart 2018’de haber sitelerine bir haber düştü. Ben de o haberi aldım. Geçenlerde haberi biraz tahrif ettim. Haberdeki bazı şeyleri tahrif ettim, bizim talebelere okudum. Haber şöyle bir haber; tahrif edilmiş halini okuyorum size. Ürdün’de 500 tane doktor kendilerine yapılan maaş zammını protesto ettiler ve dediler ki, ‘biz bu zammı hak etmiyoruz. Biz sağlık çalışanları olarak hastanelerde doktorlarla beraber, hasta bakıcılarla, hemşirelerle, sağlık personeliyle beraber çalışıyoruz. Bize zam yapıp da onlara yapmamanız bir haksızlık, onun için biz bu haksızlığı kabul etmiyoruz. Bize yaptığınız zammı geri alın. Ya onlara da zam yapın ya da bize yapacağınız zammın miktarını alın, bu memleketin sağlık hizmetleri için harcayın. Biz bu sağlık noktasında bize yaptığını zammı kabul etmiyoruz.’ Bu haber için ne diyorsunuz dedim talebelere. Tabi ki haber hepsinin çok hoşuna gitti. Dediler ki hocam ne güzel. ‘Nasıl erdemli davranmışlar Ürdün’deki doktorlar.’ Evet, öyle; ama haberi ben tahrif ettim. Silin oradaki Ürdün’ü, nerde Ürdün. Hangi İslam coğrafyasında böyle bir haber okursunuz? Oraya Kanada yazın Kanada. O doktorlar Kanada’daki doktorlar. Kendilerine yapılan maaş zammını adaletsiz olarak gördükleri için ‘biz kabul etmiyoruz’ diyerek reddetmişler bu doktorlar. Yeri gelir biz şöyledirler böyledirler deyip burun kıvırıyoruz. Nerde İslam coğrafyasındaki Müslümanlar, nerde asıl Müslümanların ortaya koyması gereken bu erdemli hareketin bu coğrafyalardaki yansıması.
İşte biz o hale ve seviyeye varmak için mecburuz ahlak meselesini Allah Resulü (sav)’den; Kur’an’ın, sünnetin hayata doğrulmuş şekli olan sahabe neslinden öğrenmeye mecburuz. Çünkü bu ümmet ahlak ümmetidir. Bu ümmetin en temel vasfı odur. Eğer biz bu ahlak meselesini işin merkezine koyup anlamasak inanın ki İslam’ın birçok meselesini anlamayacağız. Bugün bütün insanlığın tıkandığı bir nokta var. Aşamadığı bir nokta var ki o noktayı aştıkları zaman bazı meseleler biraz daha netleşecek. O nokta insan tanımı ve algısı noktasıdır. Yunan felsefesinden bugüne kadar birçok ideoloji, din insan tanımlarını yaptı, halen de yapmaya devam ediyor. Bugün Batı dediğimiz, bizim dışımızdaki dünyanın insan algısında merkezde akıl durur. Aklı merkeze koyar ve bunun üzerinden bir insan tanımını yapar. İnsan denilen varlığı diğer varlıktan ayıran en temel vasıf onların akıllı olmasıdır. Onun için Dekart buradan bir önermede bulunur ki birçokları insan algısını bunun üzerinden şekillendiriyorlar. Derler ki düşünüyorum, o halde varım. Bunu tenkit edecek değiliz; ama burada böyle bir hakikat var. İslam’da bir insan tarifi yapıyor. Aklı İslam devre dışı bırakmaz. Her kim ki diyorsa İslam akla önem vermiyor, o İslam’ı anlamamıştır. İslam akıl, mantık adına en güzel seviyeyi aslında insanlığa takdim etmiş aziz bir dindir. Zaten akıl olmazsa mükellefiyet olmaz. Biz aklımızla aslında Allah’a kul oluyoruz. Dolayısıyla nasıl aklı devre dışı bırakabiliriz? Bizde şöyle bir mantık yok; biz ğassalın elinde meyyit gibi olacağız. Alacağız birilerinin eline o bizi evirecek, çevirecek ne derlerse de biz kabul edeceğiz. Hayır. Asla böyle bir şeyi İslam kabul etmez. Ama İslam’ın reddettiği bir şey de var, aklı putlaştırmak da yok İslam’da.
İslam, insan tarifini yaparken merkeze aklı koymaz; akla bu kadar önem vermesine rağmen. Hatta genel anlamda düşünce şudur bizde; selim akıl, sahih nakille asla çatışmaz. Akıl bozulmamışsa, nakil de eğer sahihse bu ikisi örtüşür. Çünkü bu içerideki akıldır, bu dışardaki akıldır. Diyelim ki Kur’an dışardaki aklımız, bizim aklımız ise içimizdeki aklımızdır. Bu iki akıl yan yana geldi mi ikisinden birinde sıkıntı olmazsa genelde bir araya geldiğinde asla çatışma olmaz. İslam meseleyi zeminden alır. Ama buna rağmen merkeze aklı koymaz İslam. Neyi koyar? Ahlakı koyar ve der ki, ‘ahlaklıysam varım.’ Eğer ahlaklıysam insanım. Çünkü düşünmenin de aklın da bir ahlakı var. Eğer ben bu ahlaklardan bir tanesini devre dışı bırakırsam Allah’ın hayata koyduğu nizamı altüst etmiş olurum. Bugün Müslümanlar olarak bu hakikatleri anlayamadığımız için, anlamadığımızdan dolayı da dünyaya anlatamadığımız için bakın insanlık bir kriz yaşıyor ve bu krizin içerisinde perişan olmuş bir vaziyette…
Zannetmeyin ki insanlık bozulduğu için Müslümanlar bozuldu; hayır. Müslümanlar bozulduğu için insanlık bozuldu. Çünkü ümmet-i Muhammed insanlığın mayasıdır. Maya bozulduğu için bugün insanlık bozulmuştur. Dolayısıyla bizim yeniden kendimize bakmamız lazım. Artık ‘dış güçler şöyle, düşmanlar böyle’ demekten vazgeçelim. Ne olur bu hamasetleri bırakalım. Biraz kendimizle yüzleşmeyi göze alalım. Kusurlarımızı, eksikliklerimizi, noksanlıklarımızı biraz farklı bir biçimde değerlendirelim; göze alalım, yüzleşelim, konuşalım ondan sonra bazı şeylerin çok daha farklı bir biçimde geliştiğine, dönüştüğüne, o İslam’ın inşa etmek istediği insan profilinin oluştuğuna hep beraber şahit olmuş olacağız.
Kur’an’ın üç tane ana konusu vardır: Tevhid, nübüvvet ve haşr. Üç ana konunun üç tane ahlak inşa ettiğini görüyoruz. Tevhid dediğiniz şey iman ahlakını inşa ediyor. Nübüvvet dediğiniz şey İslam ahlakını inşa ediyor. Haşr dediğiniz şey insan ahlakını inşa ediyor. Şimdi anladık mı o meşhur Cibril hadisini. Niye Allah Resulü (sav)’e Cibril-i Emin geldi de Efendimiz Aleyhi Selatu ve Selam Cibril-i Emin’e, 'iman nedir, İslam nedir, ihsan nedir' diye sordu. Çünkü bu üç şey Kur’an’ın da üç temel konusu, Allah’ın da bizden istediği üç temel mükellefiyet bu üç temel şeyin de ahlak noktasında ciddi bir bağı, etkisi var. İşte buradan yola çıkarak Allah Resulü (sav) Mekke’de işin bidayetinde bir avuç insanı Erkam Bin Ebi’l Erkam’ın evindeki o Dar’ul Erkam’ı biliyorsunuz. O, Dar’ul Erkam’a talebe olarak almaya başlayınca orada bir insan inşa etmeye başladı. Ben bu çağı şöyle isimlendiriyorum; Allah Resulü (sav)’in siyeri, o güzel kutlu hayatı 5 tane devreye ayrılabilir. Bu devrelerden bir tanesi Aleyhi Selatu ve Selam Efendimizin yaşadığı Mekke Dönemi. Mekke Dönemi’nin özelliği şu, Müslümanlar azınlıkta, şirk hakim, bu devrenin adı Mekke devri. Bir müddet sonra Habeşistan’a gidiyor Müslümanlar ikinci devre gündeme giriyor. Müslümanlar azınlıkta, Hristiyanlar çoğunlukta. Bu devrenin adı Habeşistan devresi. Bir müddet sonra Müslümanlar Medine’ye hicret ediyorlar, Medine’de yeni bir süreç başlıyor. Müslümanlar azınlıkta, ama Müslümanlar hakim. Medine böyledir. Medine’nin birinci devresi. Bedir’den sonra ikinci bir devre ortaya çıkıyor Medine’de, Müslümanlar çoğunlukta ve Müslümanlar hakim. Allah Resulü (sav)’in vefatıyla da yeni bir devre giriyor ortaya, Allah Resulü’nün arkasından oluşan Halifeler devresi.
Şu anda 21’inci asırda yaşıyoruz. Yaşadığımız çağ Mekke dönemi mi, Habeşistan dönemi mi, birinci Medine dönemi mi, ikinci Medine dönemi mi, yoksa halifeler dönemi mi? Bunlardan beşi de değil. İster kabul edelim ister etmeyelim, bulunduğumuz çağ modern cahiliye çağıdır. Şu an yaşadığımız çağın adı modern cahiliye çağıdır. Cahiliye çağının en bariz özelliklerinin hepsini bugün modern dünyada biz şu toplumda yaşıyoruz. Cahiliye denince aklınıza sadece okuma, yazma geliyorsa yanlış geliyor. Allah Resulü, Mekke’nin bilgi seviyesi itibariyle en iyi adamına, okuma, yazma bilen adamına, Ebu’l Hakem, hakemin, hikmetin babası olan adama Ebu Cehil dedi. Dolayısıyla cehaletin okuma, yazmayla alakası yok. O işin ufacık bir boyutudur. Dolayısıyla bugün modern çağ, ‘eğer üniversiteler artmışsa, teknoloji bu kadar ilerlemişse, bilimde, fende, edebiyatta, sanatta biz şu kadar seviye kazanmışsak, niye burası modern cahiliye çağı olsun’ diye itiraz ederseniz ben o zaman size derim ki o gün Mekke’de de bunların birçoğu vardı. Zannetmeyin ki Mekke, öyle yabani insanların oluşturduğu bir topluluktu. Karanlık bir dünyanın en aydınlık şehriydi o gün için Mekke. Allah Resulü (sav) de orada bu mücadeleyi verdi. Dolayısıyla bugün yaşadığımız bu çağ modern cahiliye çağıdır. Nasıl ki Mekke cahiliyesinde ahlak konusunda çok ciddi bir problem vardıysa bugün, bugünün dünyasında da bizde var.
Peki, Allah Resulü (sav) Mekke cahiliye çağını nasıl asrı saadete çevirdi? Bu sorunun cevabı bugünün cahiliye çağını da saadet asrına çevirme noktasında bize ipuçları verecek. Dar’ul Erkam’da bir pota oluşturdu. Aldı oraya bir avuç insan ve o insanları yetiştirdi. Nasıl yetiştirdi? Sağlam bir akide inşa etti. En başta o. Tevhid geldi mi ortaya, geldi. La İlahe İllallah Muhammed’un Resulullah ne demek bunu öğretti. La İlahe’yi öğretti. Hele bir inkâr et, dedi. İlahları reddet, dedi. Putları kır, dedi. O manada bazı şeyleri hayatından çıkar, dedi. Bunları ben size dediğim zaman eğer aklınızdan, zihninizden başka şeyler geçiyorsa yine anlayamayız. La İlahe putları kır demek, bütün ilahları reddet demek. Şöyle bir şey anlarsak doğru anlamış olmuyoruz; ‘La İlahe putları kır diyor; ama hocam hani put? Lat, Uzza, Menat kaldı zaten miladi 6’ncı asırda. Putlar taştan, tahtadan yapılmış şeylerdir, onlar da bugün yoktur. Yoksa eğer kıracağımız bir şey de yoktur.’ Eğer öyle derseniz ben de size şöyle derim; Allah Resulü (sav) nübüvvete başladığı zaman Kâbe’nin içerisinde 360 tane put vardı. İster kabul edelim ister etmeyelim, şu anda bizim kalplerimiz cahiliyenin Kâbe’sine benziyor. 360 tane put var kalplerimizde. Biz bunları eğer doğru anlarda onlara La İlahe dediğimizi anladığımız an tevhidi anlamış olacağız. Yoksa put dediğiniz şey tahtadan, taştan yapılmış şeyler değil. Dün cisim olarak öyleydi.
Putun tarifi şudur; Allah’a ait olan alanı siz kiminle, nasıl paylaşırsanız paylaşın orayı gasp ettirdiğiniz için o alan sizin putunuz oluyor. Dolayısıyla bazen farkına varmadan mevki, makam, şöhret, şehvet, para, kariyer, diploma bizim için bir put oluyor; bazen farkına varmadan evlatlarımız bizim için bir put oluyor. Çünkü Allah’ın konuşlandırdığı yerde konuşlandırmadığınız anda, haddi aştığınız ve bu manada sınırları ihlal ettiğiniz her şey sizin için puta dönüşüyor. Onlara da bir La İlahe lazım işte… O zaman biz onlara da bu çerçeveden bakmak durumundayız. Allah Resulü (sav) sağlam bir akide inşası noktasında bunu yapıyordu. O dönemde akıllar eğitildi. Şöyle bir şey yaptı; Dar’ul Erkam’daki bir talebe Arapça konuşmasına rağmen, sokaktaki insanda Arapça konuşmasına rağmen Allah Resulü (sav) akılları eğittiği için aynı kavramlara, aynı anlamlar yüklemediler. Mesela Mekke cahiliyesinde bir insan ahlak deyince benim başta tarif ettiğim gibi sadece hayatın bir kaç alanını kapsayacak şeyleri anlıyorlardı. Ama efendimiz (sav) dedi ki, hayır. Ahlakın şöyle bir manası var; Hayatın tamamını kuşatacak. Onun için kâr deyince Erkam’ın talebeleri başka bir şey anladı, sokak başka bir şey anladı. İstikbal deyince Dar’ul Erkam’ın talebeleri başka bir şey anladı, Mekke’nin sokaklarındaki Arap başka bir şey anladı. Kazanç deyince Erkam’ın talebeleri başka bir şey anladı, sokaktaki insan başka bir şey anladı. Akıllar eğitildi. Üçüncüsünde de Resulullah (sav)in yaptığı şey şu; ruhları eğitti. Neyle? Kur’anî bir ahlakı inşa etmekle. Bugün bizim asıl temel konumuz da bu. Kur’anî bir ahlakın inşa edilmesi.
Aleyhi Selatu ve Selam efendimiz için Kur’an dedi mi, ‘Muhakkak ki sen muazzam, muhteşem bir ahlak üzeresin.’ Dedi. Ayşe anamıza sorulduğu zaman O’nun ahlakı nasıldı? ‘Siz Kur’an okumuyor musunuz? O’nun ahlakı Kur’an’dı’ dedi mi? Dedi. Aleyhi Selatu ve Selam efendimiz, ‘ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim’ dedi mi? Dedi. Bütün bunların hepsi ahlak inşası için çok önemli şeyler söylüyor bize. Allah Resulü Aleyhi Selatu ve Selam, ‘Ben muallim olarak da gönderildim’ dedi, ‘Ben güzel ahlakı tamamlamak için de gönderildim’ dedi. İkisi birbiriyle zıt değil, çelişmez de. Her muallim aslında en başta ahlak öğretir. Aslında efendimiz geniş kavramda muallim dedi, sonrada ‘Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim’ diyerek ikisini birbiriyle tamamlamış oldu. Şimdi Efendimiz ‘Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim’ deyince ne demiş oldu? Az söz ile çok şey söyler. Bu hadisin bize verdiği temelde 3 tane mesaj var. Allah Resulü, ‘ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim’ deyince şunu demiş oldu; ahlak benimle beraber başlayan bir şey değil, ama benimle beraber kemale eren bir şey. Dolayısıyla bir insan Müslüman olmasa da ahlaklı olabilir bazı alanlarda. Ama eksik olur. Çünkü kemal ancak imanla tamamlanabilir. Allah Resulü (sav) bakın cahiliye insanında var olan ahlakı reddetmiyor. Hacılara su dağıtmak ahlaklı bir şey mi? Evet ahlaklı bir şey. Gelenlere yemek yedirmek ahlaklı bir şey mi? Evet ahlaklı bir şey. Mazlumun yanında yer almak ahlaklı bir şey mi? Evet ahlaklı bir şey. Bunlar varsa eğer cahiliyede bunlar kalacak. Ama ‘ben eksik kalanları tamamlamaya geldim’ diyor. İkincisi bu hadisin verdiği mesaj şu; Allah Resulü (sav) ne demiş oluyor biliyor musunuz? Güzel ahlak fıtraten insana kodlanan bir şey. Allah her insanı en güzel bir biçimde yarattı ve bütün insanlık doğarken İslam fıtratı üzerine doğuyor. Aslında fıtrat dediğiniz şey, Allah’ın insana kodladığı fabrika ayarlarıdır. Bu fabrika ayarlarını insan büyüyünce, akıl baliğ olunca çevreden, başka şeylerden etkilenerek bozmaya başlıyor. Bozduğu anda ne oluyor? Bozduğu anda Peygamberler geliyor ve insanlığı yeniden fabrika ayarlarına, asli ayarlarına döndürmeye çalışıyor. İşte Aleyhi Selatu ve Selam Efendimiz, ‘ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim’ dediği anda aslında söylediği şey şu, ‘ben sizi fıtratınıza döndürüyorum.’
Üçüncüsü ise çok önemli bizim için. Allah Resulü (sav) diyor ki bu hadisinde, ‘nebevi soluk ve nebevi seda olmadıkça ahlak en zirve noktasına varamaz, Allah’ın istediği o ahlak istenilen düzeye erişemez.’ Dolayısıyla ‘Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim’ diyen Peygamber (sav), ahlakın o zirve halini, ferdi ahlakı, sosyal ahlakı, aile ahlakını, devlet ahlakını, ima ahlakını, ticari ahlakını, geri kalan hepsini sayın hepsinin en ideal halini ‘ben size gösteririm’ diyor. Eğer benim hayatımda bunu görürseniz ahlakın ne olduğunu anlarsınız. Ona göre de davrandığınız zaman yapacağınız işler gerçekten Allah’ın razı olduğu işler olur ki bütün duamız, temennimiz de Mevla’nın bizi o seviyeye vardırmasıdır.
Sahabe dediğimiz zaman ilim noktasında zirveleri zorlayan bir isim ki ona Tercümanü'l Kur’an deniyor. Tercümanü'l Kur’an, Kur’an’ı başka dile çeviren anlamında değil. Kur’an’ı yine muhatapları Arap olan insanlara Allah’ın maksadına uygun bir biçimde izah eden insan demektir. Bu özellikle İbni Abbas diye bizim bildiğimiz Aleyhi Selatu ve Selam Efendimizin amcasının oğlu olan, o ümmetin ilim denizi olan o büyük insanda karşılığını bulur. O tercümanı Kur’an olan büyük insan diyor ki, ‘İslam dediğiniz din, Allah’ın hayata gönderdiği sistem 4 kattan oluşur. Bu katın birincisinde akaid, inanç esasları var.’ Aynen Dar’ul Erkam’da Allah Resulü (sav)’in söylediklerinin bir benzerine ait şeyleri söylüyor. İkinci katta ne var? Ahlak var. Üçüncü katta ne var? İbadet var. Dördüncü katta ne var? Muamelat var. Bakın ibadetin önüne aldı ahlakı. Biz ibadetin önüne ahlakın alınmasını Maun Süresinden görüyoruz. Ne diyordu Maun Suresinde Rabbimiz, ‘Yazıklar olsun o ibadet edene’ niye? İbadet ediyor yetimi itip kakıyor. İbadet ediyor yoksulu hor görüyor. İbadet ediyor fakire fukaraya farklı ve üstten bakıyor. İbadet ediyor insanlığa küçücük bir iyiliğin ulaşmasına engel oluyor. Öyle bir ibadet sahibinin başını yesin. Öyle bir ibadet edene de yazıklar olsun, diyor. Kur’an bunu dediği için İbni Abbas tercümanı Kur’an olarak bu ayetten ve buna benzer ayetlerden yola çıkarak önce iman, sonra ahlak, sonra ibadet, sonra muamelat diyor. Bu tasnif doğru bir tasniftir. Kur’an’ın ruhuna da uygun bir tasniftir.
13 yıl Mekke, 10 yıl Medine; 23 yıllık bir süreç. Bakın bakalım. Namazın dışında herhangi bir ibadet hüküm itibariyle Müslümanlara farz kılınmış mıdır? Kur’an ile 13 yıl Mekke’de. Sadaka vardı Mekke’de; ama bizim anladığımız zekât, tesettür, haç, oruç, domuz etinin haram kılınması, içkinin yasaklanışı ne zaman farz kılındı? Allah o aziz kitabımızda 13 yıl boyunca ne konuştu. Allah aşkına baktığını zaman Kur’an’a inanın ki aklınız duruyor. Allah, bir insan inşa ediyor, işin başında konuştuğu mevzulardan bir tanesi şu; ölçüye, tartıya riayet edin. Allah başta konuşuyor, emanetlere sadık davranın. Allah başta konuşuyor, aman ana babanızın rızasından, onlara ihsanla muamele etmekten geri durmayın. Allah başta konuşuyor, sözü güzel kullanın diyor. Allah başta konuşuyor, ahlakın bütün alanlarına ait en ciddi uyarılarda bulunuyor. Bugün biz bunu sarstığımız için bakın halimiz böyle. Yeryüzünün en ahlaklı insanları olmamız gerekirken, hak hukuk konusunda en ciddi oranda titiz davranmamız gerekirken, adalet mi o Müslüman’ın işi. Her Cuma Nahl Süresinin 90’ıncı ayetinde hutbede imamdan 'Allah size adaleti emrediyor' ayetini duyan Müslümanların nasıl adaletsiz davranabilir? Böyle bir şey mümkün mü dememiz gerekirken namaz, oruç, hac var mı? Yarım yamalak var. Adalet var mı? Adaletin salası verilmiş. Adalet yok. Hakkaniyet var mı? Hakkaniyet yok. Emanete riayet var mı? O yok. O yoksa eğer gerçek manada İslam toplumu yoktur. Kusura bakmayalım, birbirimizi de kandırmayalım. İman dediğiniz şey bir esastır. Bazı şekillere indirgenerek gerçek manada İslam toplumu oluşmaz. 14 asırdır biz bunun ıstırabını çekiyorsak asrı saadetten bu tarafa derdimiz işte bu.
Yeniden bizde fabrika ayarlarına dönmek zorundayız. Böyle bir ayara döndüğümüz zaman şöyle bir Müslüman tipi çıkacak ortaya. Antakya’nın Fatih’i Ebu Ubeyde İbni Cerrah Allah kendisinden razı olsun. Ona biz çok şey borçluyuz. Bizim sahabeyle irtibatımız çok güçlü olmalı da. 5 tane isim var ki o isimlerle bizim irtibatımız diğerlerine göre daha farklı olmalı. O isimlerden biri Ebu Ubeyde İbni Cerrah’tır. Antakya’nın fatihidir, Anadolu’nun yolunu açmıştır bize. İkincisi İyaz Bin Ğanem’dir. Allah ondan razı olsun. Bu topraklarda da onun ayak izleri, nefesi, soluğu var. Bir diğer Safvan Bin Muattal’dır. Şu anda Adıyaman Samsat’ta… Bir diğeri Habib Bin Mesleme’dir. Erzurum’a kadar İslam’ın mesajını ulaştıran o büyük insan. Bütün bunları da bu topraklara gönderen, onların da bizim de halifemiz olan Hazreti Ömer. Bu beşine de Allah ebeden rahmet eylesin. Biz Anadolu’nun Müslümanları olarak bu beşiyle bizim irtibatımız başka olmalı.
İşte onlardan biri Ebu Ubeyde İbni Cerrah Antakya’yı fethediyor. O anda şöyle bir hutbe veriyor. İmam Ebu Hanife’nin en gözde talebesi Ebu Yusuf’un Kitâbü’l-Harâc'ında bu meselenin ayrıntılarını, hutbeyi, konuşmayı her boyutuyla okuyabilirsiniz. Orada bir hutbe veriyor. Hutbe aynen şöyle: Ey Hıristiyan ahalisi! Allah bizlere zafer nasip etti, biz de bu toprakları fethettik. Bundan sonra siz bizlere Allah’ın emanetisiniz. Müslümanlar devletlerine zekat öderler. Siz zimmiler de sizi korumalarına karşılık devletinize cizye ödemek durumundasınız. Şu anda eli iş tutan insanlar divanın katibi olan Habib Bin Mesleme’ye şu kadar cizye ödeyecekler, bu cizyeler de kayıt altına alınacak, dolayısıyla bu cizyenin karşılığında da biz sizleri koruyacağız.’ Bunun üzerine Hıristiyan ahalisi cizye ödemek için Habip Bin Mesleme’nin yanına geliyorlar. Ödeyenin ismi yazılıyor. Aradan iki ya da üç ay geçiyor. İslam coğrafyalarında o günlerde farklı cephelerde de savaş var, askerlerinin bir miktarını Ebu Ubeyde Bin Cerrah başka yerlere gönderiyor. O anda da Herakliyüs büyük bir ordu tertiplemiş Hatay’ı Müslümanlardan geri almak için Hatay’ın üzerine sefer hazırlığına girişmiş. Haberdar oluyor Ebu Ubeyde Bin Cerrah, yeniden topluyor Hıristiyan ahalisini. Onlara yeniden bir hutbe veriyor. Ve diyor ki: Biz sizi koruma karşılığında sizden cizye almıştık ama duyduk ki Herakliyüs büyük bir orduyla geliyor, şu anda da bizim ona karşı koyacak bir gücümüz yok. Onun için çekilmek zorundayız. Çekildiğimiz için sizden aldığımız cizyeleri size geri vermek zorundayız. Kim bu manada cizye ödediyse Habib Bin Mesleme’ye gelsin ondan geri alsın. Şimdi bu cümleleri duyan Hıristiyan ahalinin ne hale girebileceğini düşünebiliyor musunuz? Çoğu o gün La İlahe İllallah Muhammed’un Resulullah demiştir. Allah’ın istediği din bu dindir. Bakın burada adalet, hakkaniyet, hukuk var. Dolayısıyla bu dine girilir. diyerek Hıristiyan ahalinin çoğu o gün Müslüman olmuştur. Böyle olmamız gerekirken bir garip olduk biz.
Bakın şöyle bir hadis var: Harp hiledir. Biz bu hadisi nasıl anladık: Harp hiledir, o halde düşmana iftira atılabilir, düşmana başka şeyler yapılabilir. Her türlü hile, hurda çevrilebilir! Kim dedi bunu? Allah Resulü (sav), düşmanına karşı bile ahlaklı bir mücadele verdi. Bizim hedefimiz bir yerleri ele geçirmek değil ki, onun bunun ayağını kaydıralım. Böyle bir şey bir Müslüman yaptığı zaman ilkelerine sadık olmuş olabilir mi? Harp hiledir sözü, düşmana karşı her türlü dalavere caizdir anlamında değildir. Harp hiledir sözü, harp stratejidir. Düşmanın oyununa karşı oyun kurarsın. Ama asla ahlaktan ödün vermezsin. Senin karşında babanın katili olsa yine de sen ona karşı adil davranmak zorundasın. Çünkü biz Allah Resulü (sav)’den bunu gördük, bunu duyduk. Hayatımızı da ancak bu ilkeler çerçevesinde düzeltmek durumundayız.
Allah Resulü (sav) Bedir’e alelacele geliyor. 313 kişi Bedir meydanında. O anda sonradan Müslümanlara katılmak için baba oğul iki sahabi başka bir yoldan Bedir’e doğru geliyorlar. O iki sahabi Huzeyfe-Tül Yemânî ile onun babası Huseyf Bin Cabir Müslümanları ararken Mekke müşrikleri bunları görüyor ve tutukluyor. Ebu Cehil alıyor bunları sorguluyor. Ne yapıyorsunuz, diyorlar. Bunlarda harp hiledir ya, o çerçeveden bazı sözler söylüyorlar. ‘Biz Medineli tüccarlarıyız, ticaret için buradayız’ diyorlar. Ebu Cehil onlara diyor ki, ‘Bize söz verin. Biz size izin verdikten sonra dönüp Muhammed’e yetişmeyeceksiniz. Buna dair söz verin sizi serbest bırakalım.’ Huzeyfe-Tül Yemânî de söz veriyor. Sözü aldıkları için bırakıyorlar, bunlarda arka bir yoldan Allah Resulü’ne kavuşuyorlar. Resulullah (sav) o gün ne halde bakın. O anı Hazreti Ebu Bekir bize anlatıyor. ‘Ben diyor o ana kadar Allah Resulü’nü öyle görmemiştim. O günden sonrada görmeyeceğim’ Resulullah ne yapıyor biliyor musunuz? Çadırında şöyle (iki elini yukarı kaldırarak) dua ediyor, bunun ikinci bir örneği yok. Şöyle (iki elini yukarı kaldırarak) dua edince sırtındaki cübbe düşüyor. Hazreti Ebu Bekir çadıra giriyor, cübbeyi tekrardan Resulullah’ın sırtına koyuyor. ‘Kendini harap etme Ya Resulullah. Allah sana vadettiğini eriştirecektir’ diyor. ‘Sakın sen tasalanma. Allah sana neyi vadettiyse onu sana kavuşturacaktır’ diyor. Resulullah ne diyor peki, bir avuç iman insanı var. 313 kişi, burada 950 Mekke müşriki var. Müslümanların sadece iki tane atlıları var. Buranın 200 tane atlısı var. Ne şartlar eşit ne sayı eşit ne de gücün eşit. Allah resulü onun için şöyle dua ediyor. ‘Allah’ım’ diyor. ‘Eğer sen şu bir avuç iman topluluğunu helak edersen yeryüzünde sana iman edecek kimseler kalmayacak. Sen şu bir avuç iman askerini koru, muhafaza et’ diyerek dua ediyor. O hallerde çadırdan çıkıyor. Huzeyfe-Tül Yemânî Allah Resulü’nün karşısında. Söze şöyle başlıyor, ‘Ya Resulullah kandırdık Mekkelileri, kandırdık’ diyor. Şöyle şöyle oldu diyor, olayı anlatıyor. Ne diyor biliyor musunuz Allah Resulü (sav) Huzeyfe-Tül Yemânî’ye? ‘Çabuk geri dönün. Biz her şart ve durumda düşman bile olsa verilen sözü yerine getirmekle emrolunduk’ bu kadar. Ve geri döndürüyor o iki insanı. Bedir gibi ölüm kalım savaşında, karşıda Mekke müşrikleri var, Allah Resulü bu halde ve ilkelere sadakat noktasında burada.
Ey, bugün bir yerleri elde etmek için 40 tane dalavere çeviren Müslüman! Ey, benim adamım gelsin diye yapmadığı işleri bırakmayan adamlar! Ey, benim partimden, vakfımdan olsun diye başka Müslüman’ın hukukunu çiğneyenler şu sözleri duymak zorundayız, Allah resulü Mekke müşrikine dahi bunu yapmadı, sen nasıl olur da iman eden başka bir kardeşine bunu yapabilirsin? Sen nasıl anlıyorsun hukuku, hakkı? Yarın bunların hesabının olmayacağını mı zannediyorsun? Hak etmediğin halde birilerini araya koyarak 40 tane torpille birilerini bir yere getirdiğin zaman ölene kadar yediğin o maaşın yarın Allah katında hesabının olacağını unutuyorsan sen İslam ahlakını anlamamışsındır. Bizim için asıl olan şey asla başarı, zafer, dünyalık değildir. Biz ilkelerimiz korumayı elimizdeki her fırsatı elimizden çıkarmaya eşdeğer görürüz. Eğer biz İslam’ı anlamışsak İslam bize bunu diyor. Yok, başka şeyler üzerinden konuşacaksak benim sözüm yok. Ama İslam üzerinden konuşacaksak ilkelerden asla ama asla taviz veremeyiz. Gözümüz gibi onları korumak zorundayız. Çünkü ilkeleri ben nefsimden koymuyorum sende koyamazsın, başkası da koyamaz. İlkeleri Allah ve Resulü koyar. Bir Müslüman’ı acıtsa da zoruna da gitse o gün kaybetse de zarar etse de bedeli de olsa o ilkeleri koruma noktasında elinden geldiği kadar hassas olur.
Allah Resulü (sav) dedi ki, iman 73 şubedir. En üstünde La İlahe İllallah durur. En altta da yoldaki bir ezayı kaldırmak durur. Eğer bir Müslüman bu hadisi duymuş olmasına rağmen boş şişeyi sağa sola atarak yürüyorsa bu hadisi anlamamış demektir. Eğer bir Müslüman bu hadisi anlasaydı muhakkak ki içinizden Mekke’ye, Medine’ye gidenler vardır, muhakkak Arafat’ı da görenler vardır, Arafat ki yeryüzünü en güzel coğrafyası, oradaki dualar bir başka, ona rağmen orayı terk ederken orayı bir çöp yığınına getirmezdi Müslümanlar. Eğer bu hadisi anlasaydık biz, onun bunun evine park eder miydik arabamızı, Allah resulü imanımızın bir parçası gördü ya. Ben eylülün başında Endülüs’teydim. Benimle beraber olan kardeşlerim de var. Endülüs’te ağlaya ağlaya yürüdük. Ağladığımız şey sadece kaybettiğimiz o koca medeniyet değil. 8 asır biz o medeniyeti en güzel şekilde temsil etmişiz, kaybetmişiz. Ona ağlamadık, neye ağladık biliyor musunuz? Biz elin gâvuru deyip burun kıvırıyoruz, şu şehirlerin güzelliğine, düzene, trafiğe, mimariye, yeşilliğe bak. İslam coğrafyaları böyle olmalıyken bizim coğrafyalarımız Mekke’nin bedevi köylerinden daha acı bir durumda. Beton yığınlarına mahkûm edilmiş şehirlerimiz var. Ne yazık ki biz bu alanda da Aleyhi Selatu ve Selam Efendimizin bize gösterdiği ufuktan o kadar uzak o kadar uzağız ki ne diyeceğimi inanın ki bilmiyorum. Bir gayrimüslimin elinden tutup şunu yapamıyoruz; gel seni bir İstanbul’a, Konya’ya, Urfa’ya, Batman’a, Halep’e, Hama’ya, Bağdat’a, Kahire’ye götüreyim, şuraya buraya götüreyim ve sana diyeyim ki ey başka dinin mensubu insan şu gördüğün şehir var ya İslam medeniyetinin kurmayı arzuladığı şehirdir. Var mı bugün 10 bin tane şehrin içerisinde böyle bir şehrimiz. Mekke ve Medine’nin bile hali ortada. Allah bir an önce oraları iyi hale vardırsın. Oralar şu anda hadimu’l harameynin elinde değil. Hainun harameynin elinde. Allah o hainlerden bir an önce bizi kurtarsın. Ve İslam coğrafyalarına ihanet eden, başımıza bir kene gibi musallat olan bütün zalimlerden Allah bizi kurtarsın. Eğer biz bu manada bazı şeyleri yapmazsak Allah Resulü’nün o ufkuna varmadığımız an inanın ki biz ahlaki içselleştiremeyeceğiz.
Çıktığınız sokağa toplumsal bir refleks bu, bir yerde bir çöp oluşmuş. Orası aslında falancanın evinin önü. Bir Müslüman oraya çöp atıldığı için oraya çöp atmaz. Çünkü Müslüman ilkelidir. 3 kilometre cebinde taşır çöpünü bir yer bulur, oraya atar. Çünkü eza vermez, ezayı kaldırmakla mükelleftir. Resulullah ona o ufku vermiş çünkü. Mesela hanımlarımız var burada, onlar içinde bir şey söyleyeyim. Bir Müslüman bu hadisi hanım olarak anlasa alttaki komşusuna eziyet verecek şekilde halılarını silkelemez, çamaşırlarını yıkamaz. Halısını yıkayıp da suyunu caddeye salıp da insanlara eziyet vermez. Çünkü ezayı kaldırmayı imanımızın bir parçası gördü. Müslümanlar olarak bu ufukta olsak evlerimiz, şehirlerimiz nasıl olacak biliyor musunuz? O olduğu gün İslam medeniyeti yeniden ayağa kalkacak.
Bütün olumsuzluklara rağmen o kadar büyük bir umut taşıyorum ki, diyorum ki yakın bir gelecekte olacak. Bu işin fitilini de Selahaddin’in torunları atacak inşallah. Dolayısıyla bu manada eğer böyle bir umut varsa üzerimizde, zayi etmeyelim bu umutları. Yeşertelim, daha fazlasına inşallah taşıyalım, bu manada özlediğimiz o günlere bir an önce kavuşalım. Biraz önce tanıtım filminde önemli bir cümle geçti. Tebliğin çok temsilin az, rivayetin çok riayetin az, bilginin çok bilincin az olduğu bir zamanda yaşıyoruz. O kadar az ki bakın çoluk çocuğumuza şunu söyleyemiyoruz; evladım falanca teyzenin yanına git o teyzeden Ayşe anamızın kokusu geliyor. Falanca ablamın yanına git onda Fatma’nın kokusunu duyacaksın. Şu ağabeyini terk etme, şu ağabeyinin peşinde dolaş, sen o ağabeyden Mushab’ın kokusunu duyacaksın. Diyemiyoruz, az ne yazık ki az. Ne yapacağız? Elimize el fenerini alıp da insanların içinde bu kokuyu mu arayacağız, hayır. Bu iş aranmakla bulunmaz. Bu işin yolu da bu değil. Olacağız, aramayacağız. Biz olacağız. Sağımıza, solumuza bakmadan fırtınası çok, zemini kaygan, imtihanları ağır şu ahir zamanda elimizden geldiğince dört dörtlük Müslüman olmanın mücadelesini vereceğiz. Bunu vermek zorundayız. Biz yarın öbür gün Allah’ın ne yapalım, insanlar hep böyleydi, bende uydum kalabalığa, bende onlardan biri oldum diyerek paçayı yırtamayız. İnanın ki Allah uydum kalabalığın sözüne itibar etmiyor. Etraf böyleydi, zaman kötüydü, asır şöyleydi bunlar bizim bahanelerimiz. Allah bu bahanelerden hiçbir tanesini kabul etmiyor. Allah bizi bu çağda gönderdi, bu çağa özgü imtihanlarımız var. Ama bu çağda da mümince bir duruşu sergilemek mümkündür. Zor mu vallahi zor; ama ne yapalım ki sergilemek zorundayız. Onun için ne olur şu temsiliyet makamının hakkını yerine getirme adına bir gayret içerisinde olalım. Kimselere bakmadan, bahanelere kapı açmadan bunu devam ettirelim.
Şöyle de bir algı var bizim insanımızda. İyi hoş da hocam ben iyi bir Müslüman olacağım; ama Allah bana bir kaynana vermiş, beni çileden çıkarıyor. Bırakmıyor ki ben Müslüman olayım. Aslında ben iyi bir Müslüman olacağım; ama babamla imtihanım var. Ya ben neleri düşünmüştüm. Demiştim ki ben Fatma gibi olacağım, ilim erbabı gibi olacağım, şu olacağım, bu olacağım, bir kocaya rast geldim bütün dünyam yıkıldı. Hepimizin imtihanı en hassas olduğumuz yerdendir. Çıktık imtihandan, imtihan da iyi geçmedi. Erkekliğe leke sürmemek için ne diyoruz? Hoca hep çalışmadığımız yerden sordu. Valla Allah da hep böyledir, çalışmadığımız yerden bizi imtihan ediyor. Nerde zafiyet varsa imtihan da oradan geliyor. Onun için bunlara bahane olarak sarılarak kurtulamayız. Evet, bir gün gelecek kaynanamız, bir gün gelecek babamız, bir gün gelecek gelinimiz, bir gün gelecek evladımız, bir gün gelecek arkadaşımız, bir gün gelecek en sevdiğimiz imtihanımız olacak. Biz bu imtihanlara bakarak ilkesiz davranamayız. O bana bunu yaptı, o halde ben de ona bunu yapacağım, o bana şu haksızlığı yaptı, o halde ben de ona bunu yapabilirim, asla diyemeyiz. Yalan, iftira atsa bize, olmadık şeyleri bize itham etse, hiç aklımıza gelmeyen şeyleri bize söylese, bir Müslüman yine de ona aynı şekilde mukabele edemez. Bu mukabele kısas değildir. Kısas başka bir şey… Dolayısıyla o bana iftira attı ben de ona iftira atayım dersek ilkelerimize sadakat göstermemiş oluruz. Mümin bu dünyada yanan adamdır. Yandığı için öteki dünyada yanmayacaktır. Mümin bu dünyada dert çeken adamdır, dert çektiği için Allah o çektiği bütün dertlerine karşılık ona mükâfat verecek. Orada hesap varsa eğer mümin için dert yok. Allah var, gam yok. Kader var, her türlü kederden de emniyet var. Biz bunlara inanmış insanlarsak eğer, ahlak bizim hayatımızın merkezine gelip oturacak. Ve şu olacak; o mu asla yalan söylemez. O mu asla iftira atmaz. O mu asla onun hayatında kötülük olmaz. Bunu değil sadece dostlarımıza, düşmanlarımıza dedirttiğimiz gün İslam’ın o izzeti gelecek inşallah. Mekke’nin o ilk günleri, Daru’n-Nedve’de toplanmış insanlar, İslam’ın sesi Mekke’de yankılanmaya başlamış. İnsanlar ne yapalım da İslam’a davetin sesini kısalım diye konuşuyorlar. Herkes bir şey söylüyor. Orada oturan bir insan halen konuşmamış. Bütün konuşmalar bittikten sonra o ayağa kalkıyor. O Mekke’nin en ileri gelen müşriklerinden olan ve akıl noktasında zirvelerde olan bir isim Nadır Bin Haris. Ve söze şöyle başlıyor; ‘Ey Mekkeliler, dakikalardır sizin konuşmalarınızı dinliyorum. Muhammed’in aleyhine bir sürü söz söylediniz. Ama söylediğiniz hiçbir sözle insanları ikna edemezsiniz. Siz bu adamın kırk yıllık önceki hayatının her karesine sahip misiniz, bu bilgiyi biliyor musunuz? Biliyoruz. Söyleyin bakayım o zaman. 40 yıldır Muhammed’in bir yalanına şahit oldunuz mu?’ Hep bir ağızdan ‘hayır’ diyorlar. ‘Bir kehanetine, bir sihrine, bir şiirine’ hayır diyorlar. ‘O halde siz insanları nasıl ikna edeceksiniz? Yalancı, şair, kâhin, Araf deseniz kimse inanmaz. Nasıl ikna edeceksiniz?’ Çaresiz kalıyorlar. ‘Peki, o zaman ne söyleyelim’ diyorlar, ‘sen söyle.’ Nadır Bin Haris konuşuyor, hakikat konuşuyor. ‘Bari şunu söyleyin deyin ki, öyle sihirli kelimeler konuşuyor ki, kişi babasından, anasından, akrabalarından ayırıyor. Konuştuğu kelimeler sihir değil. Allah’ın kelamını konuşuyor. Allah’ın kelamı da Furkan’dır, fark ettirir. Delalet ile hidayeti, iman ile inkârı ayırır. Evet ama yalan yok orada. Başka bir şey yok. Hakla ayırıyor.’ Düşmana bu sözü söylettirdi Sallallahu Aleyhi ve Sellem. Muhammed’ul Emin olduğu için Muhammed’un Resulullah oldu. O olduğu gibi bakın şu da oldu; bugün bir adam toplumda itibar görmüşse eğer onda kusur yoksa ne yapar insanlar? Hele bir bakın arkadaşlarına, arkadaşlarında, akrabalarında var mı diyerek halkayı genişletirler. Allah Resulü’nde de aynısını yaptılar. Ne arkadaşlarında ne ona iman edenlerde bulamadılar. Çünkü o ahlak onlarda da mücessem hale geldiği için hiçbir itiraz bu manada yapılmadı. Öyleyse yol belli, yöntem belli. Başka bir şey yapacak halimiz yok bizim. Yeniden döneceğiz, bu temsiliyet noktasının hakkını yerine getirme adına bir gayret içerisinde olacağız. Hiçbir olumsuzluğa, bahaneye takılmadan, ‘düşman ne demiş, filanca ne demiş bize’ bunlara hiç takılmadan Muhammedî ahlakı hayatlarımızda dirilteceğiz. Hakkaniyeti, emanete riayeti, onun bunun hakkına hukukuna sadakat göstermeyi her türlü şeyin önüne alacağız. Başımıza ne gelirse gelsin adaletin, mazlumun yanında yer alacağız. Eğer zalim bizdense ben bizden değilim deme erdemini göstereceğiz. Mazlumun dinini de ırkını da mensubiyetini de sormayacağız. Yeryüzünün neresinde yaşarsa yaşasın, nerede mazlum varsa biz o mazlumun yanında olacağız. Kim olursa olsun zalime karşı, kim olursa olsun mazlumdan yana olma ilkesini de hayatımızda doğrultacağız. O zaman insanlar diyecek ki, ‘yahu falancanın yaşadığı din gerçekten İslam. Falancanın yaşadığı ahlak gerçekten Kur’an ahlakı. Filancanın muamelesi gerçekten Muhammed’i muamele’ diyecek. Onu dedikleri gün kararan dünya aydınlanacak. Onu dedikleri gün özlemini çektiğimiz o günlere erişeceğiz. Allah o günlere bir an önce bizleri eriştirsin.
Muhammed Emin Yıldırım'ın konuşmasını indirmek için tıklayınız…
Muhammed Emin Yıldırım'ın konuşmasının tamamını izlemek için tıklayınız.
YASAL UYARI: Yayınlanan yazılı haber, fotoğraf ve videonun tüm hakları İlke Haber Ajansı Basın Yayın San. Tic. A.Ş.'ye aittir. Hiçbir surette haber, fotoğraf ve videonun tamamı veya bir kısmı yazılı sözleşme yapılmadan veya abone olmadan kullanılamaz.
"Yaz Okulu" kapsamında 15 ülkeden Malatya'ya gelen misafirler, Malatya Büyükşehir Belediyesi'nin konuğu oldu.
Gaziantep Vakıflar Bölge Müdürlüğü tarafından, 25 çocuk için toplu sünnet töreni düzenlenerek çocuklar sünnet edildi.
Bursa'da yaşayan emekli tarih öğretmeni Tuncer Aziz Pekören, binlerce kitap ve hatıra objesiyle kentin kültürel hafızasını diri tutmaya çalışıyor. Yıllar boyunca biriktirdiği kitaplar ve tarihî eşyalarla oluşturduğu bu özel alan, sadece geçmişi sergilemekle kalmıyor; aynı zamanda kültürel bir buluşma noktası işlevi görüyor.
Gastronomi platformu TasteAtlas tarafından açıklanan "Dünyanın En İyi 100 Yemek Şehri" listesinde Gaziantep 18'inci sırada yer aldı.