15 Temmuz ABD destekli darbe girişimi, dünden bugüne yaşanan askeri darbeleri yeniden gündeme getirdi. Milyonlarca insanı ve tüm bir ülkeyi olumsuz etkileyen darbeler nedeniyle yaşanan sosyolojik, psikolojik ve ekonomik travmalar, hep büyük mağduriyetlere, unutulmaz acılara neden oldu.
Osmanlı döneminde başlayan askeri isyan ve darbeler, imparatorluğun yıkılmasının ardından kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nde de neredeyse her 10 yılda bir tekrar etti.
Cumhuriyet döneminde 1960'la başlayan darbe geleneği her seferinde farklı yöntemlerle sürdü. Kimi zaman 1960'ta olduğu gibi ordu içindeki grupların bir araya gelerek emir komuta zincirini devre dışı bırakmasıyla gerçekleştirilen darbeler, kimi zaman 1980'de olduğu gibi emir komuta zinciri içinde gerçekleştirildi. Yine darbeler kimi zaman hükümetlerin istifasıyla sonuçlanan muhtıralarla yapılırken, bazen de 28 Şubat'ta olduğu gibi "postmodern" olarak adlandırıldı.
Oysa darbeler anayasaya konulan maddelerle her zaman suç kabul edilmişti. Yapılan tüm düzenlemelere rağmen darbeler engellenemediği gibi gelen hükümetler de görev sürelerini hep darbe korkusuyla tamamladı. Çünkü darbeciler yasalardaki "Cumhuriyeti koruma" gibi görevlerin yer aldığı bazı maddeleri gerekçe göstererek Türkiye Cumhuriyetini korumaya(!) devam etti. Cumhuriyeti darbeyle koruma görevi, şekil değiştirerek 15 Temmuz'a kadar sürdü.
Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk askeri darbesi: 27 Mayıs
Ülkenin başbakanı ve iki bakanının idam edilmesine kadar varan 27 Mayıs 1960 darbesinin üzerinden 63 yıl geçti. 27 Mayıs ihtilalini yapan darbeciler, halkı geleneklerinden ve İslami köklerinden koparıp sözde çağdaşlaştırmak istiyordu.
"27 Mayıs'ta ne oldu?" sorusuna basit bir cevap vermek mümkün: 1950'den önce silahlı bir iktidar vardı; o iktidar 1950'den sonra silahlı bir muhalefete dönüştü ve fırsatını bulduğu ilk anda silahına davranıp yeniden iktidar oldu.
Bu, şekil olarak yeterli bir cevap ama öz bundan çok daha büyük…27 Mayıs'tan önce de sonra da Türkiye'nin asli iktidarı aslında aynıydı. O iktidar, muhalefetin hükümet olmasına giden yolun tahlilini on yıl boyunca yaptı ve yapması gerekeni buldu: Seçimle devrilmesi mümkün olmayan hükümet darbeyle devrilecek; ardından ülkenin her yanını sosyal açıdan Cumhuriyetin geleceği için yeniden dizayn edecek adımlar atılacaktı.
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde gerçekleşmiş ilk askerî darbe özelliği taşıyan 27 Mayıs 1960 ihtilali veya darbesi, emir komuta zinciri dışında, 37 düşük rütbeli subayın planları ile Tümgeneral Cemal Madanoğlu komutasında yapıldı.
1950 yılında halkın oylarıyla iktidara gelen Demokrat Parti'nin ülkeyi "gitgide bir baskı rejimine" ve "kardeş kavgasına götürdüğü" iddialarını ortaya atan TSK içerisinde bir grup subay, 27 Mayıs 1960 sabahı ülke yönetimine el koydu.
Kritik mevziler, bu subayların ellerindeki asker ve silahlarla önce ordudaki komuta kademesinin etkisiz hale getirilmesi ile ele geçirildi. Cumhurbaşkanı Celal Bayar, başbakan Adnan Menderes ve bazı hükûmet üyeleri tutuklandı.
235 general ve 3 bin 500 civarında subay (daha çok albay, yarbay, binbaşı) emekliye sevk edildi. Üniversitelerde bulunan 147 öğretim görevlisi görevden alındı ve bazı üniversiteler kapatıldı. Bununla beraber 520 hâkim ve yargıç görevden alındı.
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Rüştü Erdelhun, İstiklal Savaşı kahramanlarından Ali Fuat Paşa, Kore gazisi Tahsin Yazıcı ve emekli olduktan sonra DP'den milletvekili seçilen eski Genelkurmay başkanı Mehmet Nuri Yamut da tutuklananlar arasındaydı.
1957 Türkiye genel seçimleri
27 Ekim 1957 seçimleri oldukça sert bir hava içerisinde yapıldı. DP oyların yüzde 47,88'ini alarak yürürlükteki çoğunluk esasına dayalı seçim sistemi sayesinde 424 milletvekili çıkardı. İsmet İnönü'nün başında bulunduğu CHP ise yüzde 41,09 oyla 178 milletvekilliği kazanmıştı. Cumhuriyetçi Millet Partisi ve Hürriyet Partisi dörder milletvekilliği kazandı.
1957'de yapılan genel seçimler CHP'nin tüm ayak oyunlarına rağmen Demokrat Parti'nin kesin zaferiyle sonuçlandı. Milletin ve memleketin kazandığı bu sürecin tek mutsuzu ülkeyi kendi tapulu mülkü gibi gören CHP zihniyetiydi. Girdiği üç seçimin üçünde de milletten veto yiyen dönemin CHP yönetimi, iktidara giden yolu sandık dışı yollarda aramaya başladı.
Türkiye 1957 seçimleriyle beraber merkezinde yalanın, kışkırtmanın, iftiranın, provokasyonun bulunduğu yeni bir siyaset tarzıyla tanıştı. 27 Mayıs'a kadar dozu sürekli artırılan bu kirli siyasetin hedefi orduyu kışkırtarak askeri müdahaleye ortam hazırlamaktı. Menderes ve arkadaşları CHP'ye yakın basın yayın organları tarafından yalan olduğu bilinen haberlerle yıpratılmaya çalışıldı.
Camilerin kapısına vurulan kilit Menderes'le birlikte kırıldı.
Milletin teveccühüne mazhar olamayacağını anlayan Batı destekli CHP zihniyeti iktidara giden yolu darbecilere koltuk değnekliği yapmakta gördü.
27 Mayıs 1960 darbesine giden süreç bunun çarpıcı örnekleriyle doludur. Uzun yıllar tek parti faşizminin ağır baskısı altında inim inim inleyen halkın Menderes ve arkadaşlarına gösterdiği büyük teveccüh bir türlü hazmedilemedi.
Camilerin kapısına vurulan kilit Menderes'le birlikte kırıldı. İlim ve irfan yuvaları olan imam hatip okulları onun döneminde açıldı. 18 yıllık hasretin ardından Allah-u Ekber nidaları minarelerden ilk kez onun zamanında duyuldu.
Adnan Menderes, İsmet İnönü gibi biri değildi
Herkes gibi Menderes'i de kendi koşulları içinde değerlendirmek gerekir. Menderes, elbette İsmet İnönü gibi biri değildi. Devletin İnönü gibi yönetilmemesi gerektiğine inanıyordu.
Menderes, günlük hayatında bir CHP milletvekili gibi yaşıyordu. Ancak o günün dünyasında "Ben böyle olsam da bu halk benim gibi olmamalı" inancı kimi idareciler arasında yaygındı. Menderes, büyük oğullarına olmasa bile küçük oğluna İslami bir eğitim vermeyi göze almıştı. Günlük hayatta günahkâr olarak bilinen bir babanın çocuğuna İslami bir eğitim verdirmesi bugün için anlaşılması zor ise de o günün dünyasında anlaşılır bir durumdu. Çünkü o günün kimi isimleri günahkârlığa düşmüşlerse de günahkârlığı bir felsefe olarak benimsememişlerdi. Hâlbuki bugün, günahkârlık herkes için olmasa da en azından bir kesim için bir tür "hayat anlayışı, dünya görüşü" haline gelmiş durumda.
Menderes, ölümü göze alarak ezan üzerindeki yasağı kaldırdı. İmam hatip liselerini açtı ve güçlendirdi. Ama bütün bunlardan öte halka dönüp "Siz ne isterseniz o olur" dedi. Sistem bunu kendi ölümü olarak görüyordu. Çünkü sistem iş başına geldiği 1908 II. Meşrutiyet darbesinden bu yana asla halkın istediğinin gerçekleşmesine izin vermemiş; bu yöndeki taleplerin hepsini geçmişe dönmek olarak değerlendirmişti. Nitekim Menderes'in bu sözünü de "Ey halkım, sen istersen Hilafeti bile getirirsin" diye anlamış, öyle duyurmuş ve bunu onun idamına gerekçe yapmıştı. Tek Parti sistemi, halkın iradesine uymayı kendi ölümü olarak görüyor; bu yöndeki adımları kendi canına kast olarak değerlendiriyor ve buna, o kastı yapanların canına kastla cevap veriyordu.
CHP'ye yakın basın yayın organlarının yalanları
O günkü gazete haberlerinde Merhum Menderes'in Kars ve Ardahan'ı Ruslara satmak istediğinden, Cumhurbaşkanı Bayar'ın banka hesabında 103 milyon lira bulunduğuna, Fatin Rüştü Zorlu'nun Avrupa'da bindiği arabanın altınla kaplandığından, yüzlerce öğrencinin cesetlerinin kıyma makinesinden geçirildiğine, Hasan Polatkan'ın zimmetinde 4 milyon lira çıktığından, Menderes ve Bayar'ın 12 uçak dolusu altın ve parayı kaçırdıklarına kadar yüzlerce haber yapıldı.
Deli saçması ve iftira dolu bu haberler darbeciler tarafından hazırlanıp CHP yönetimi tarafından dillendirildi, yayıldı. Bunun yanında dönemin CHP Genel Başkanı, ordu başta olmak üzere kamu görevlileri üzerinden baskı kurarak devleti işlemez, hizmet üretemez hale getirmeye çalıştı.
Darbe bildirisini Alparslan Türkeş okudu
Ülkede gerginlik sürerken 27 Mayıs 1960 sabah saat 03.15'te piyade birlikleri ve süvari grubu, 3.30'da tanklar hareket etti. Saat 4.36'da Albay Alparslan Türkeş tarafından radyoda okunan ilk bildiri ile askeri darbe bütün Türkiye ve dünyaya ilan edildi.
Türkeş tarafından Ankara Radyosundan okunan bildiriyle ''ihtilal'' duyuruldu. Bildiride şöyle denildi:
"Sevgili vatandaşlar! Dün gece yarısından itibaren, bütün Türkiye'de, deniz-hava-kara Türk Silahlı Kuvvetleri, el ele vererek, memleketin idaresini ele almıştır. Bu hareket, Silahlı Kuvvetler'imizin müşterek işbirliği sayesinde, kansız başarılmıştır! Sevgili vatandaşlarımızın sükûn içinde bulunmalarını ve resmi sıfatı ne olursa olsun hiç kimsenin sokağa çıkmamalarını rica ederiz.
Bugün demokrasimizin içine düştüğü buhran ve son müessif hadiseler dolayısıyla kardeş kavgasına meydan vermemek maksadıyla Türk Silahlı Kuvvetleri, memleketin idaresini ele almıştır. Bu harekâta, Silahlı Kuvvetlerimiz partileri, içine düştükleri uzlaşmaz durumdan kurtarmak ve partiler üstü tarafsız bir idarenin nezaret ve hakemliği altında en kısa zamanda adil ve serbest seçimler yaptırarak idareyi, hangi tarafa mensup olursa olsun, seçimi kazananlara devir ve teslim etmek üzere girişmiş bulunmaktadır."
23 Mayıs Pazartesi, harekât tarihi 25 Mayıs 1960 olarak kararlaştırılmış ve parolalar belirlenmişti: Zamanında gerçekleşirse "Dündar Seyhan'ın oğlu sınıfını geçti.", ertelendiği takdirde "Dündar Seyhan'ın oğlu bütünlemeye kaldı."
Gözaltılar
İlk olarak Tuğgeneral Yusuf Demirdağ evinden alınıp Harp Okulu'na getirildi ve nezarethaneye kapatıldı. Bundan sonra Refik Koraltan getirildi. 2. Ordu komutanı Orgeneral Suat Kuyaş da enterne edildi. Celâl Bayar Çankaya Köşkünde Veteriner Tuğgeneral Burhanettin Uluç, Topçu Yarbay Abdullah Tardu, Kurmay Albay Sami Küçük tarafından gözaltına alındı. Celal Bayar, gözaltına alınmadan evvel silahı ile şakağına ateş ederek intihar teşebbüsünde bulunmuş fakat yanında bulunanlar buna mani olmuştu.
Adnan Menderes Eskişehir'den Konya'ya gitmek üzere Kütahya'ya geçtiğinde Keşif Tabur Komutanı Agasi Şen ve Binbaşı Muhsin Batur tarafından gözaltına alındı ve Ankara'ya getirildi. Darbenin ilk günü, Bayar, Menderes, Koraltan, Fatin Rüştü Zorlu ve Başbakanlık Müsteşarı Ahmet Salih Korur ve diğer hükûmet üyeleri Harp Okulunda, öğrenciler tarafından darp edilip enterne edildi. İçişleri Bakanı Namık Gedik ise tutuklu olduğu odanın penceresinden aşağıya atlayarak intihar etti fakat pencereden aşağıya atılarak öldürüldüğü de ifade edildi.
27 Mayıs 1960'tan, sözde seçimlerin yapıldığı 15 Ekim 1961 yılına kadar geçen süre, askerin Millî Birlik Komitesi (MBK) eliyle cunta olarak iktidarda olduğu dönemdi. Bu dönemde Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin anayasal bütün hak ve yetkileri 38 subaydan kurulu MBK'nin eline geçti. MBK ülkeyi yayımladığı tebliğlerle askeri cunta olarak idare etti.
27 Mayıs sonrasında Cumhurbaşkanı Celâl Bayar, Başbakan Adnan Menderes, hükûmet üyeleri ve aralarında Millî Mücadele'nin önemli komutanlarından Ali Fuat Cebesoy'un da olduğu Demokrat Parti milletvekilleri, parti yöneticileri, asker ve bazı üst düzey kamu görevlileri tutuklanarak Yassıada'ya götürüldü. Burada tutuklulara ağır işkence ve kötü muameleler yapıldı. İşkence ve kötü muameleler neticesinde Cemil Keleşoğlu ve Namık Gedik'in intihar ettiği belirtildi. Hatta DP avukatlarından Hüsamettin Cindoruk, Namık Gedik'in intiharının dahi şüpheli olduğuna dikkat çekti.
Tutukluluk süresinde; Yusuf Salman, Lütfi Kırdar, Gazi Yiğitbaşı, Yümnü Üresin, Nuri Yamut ve Kenan Yılmaz hayatlarını kaybettiler.
İdamlar gerçekleştirildi
Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan 16 Eylül 1961'de sabaha karşı, Adnan Menderes ise İmralı Adası'nda 17 Eylül 1961'de saat 13.21'de idam edildi.
Zorlu, Polatkan ve Menderes'in dışındakilerin cezaları infaz edilmeyip, hapis cezasına çevrildi.
Sözde yargılamalarla bir hukuk cinayetinin de yaşandığı 27 Mayıs darbe dönemi Türkiye tarihinde kara bir leke olarak yer almıştır. Nezaketleri, kibarlıkları, insani hasletleriyle gönüllerde yer etmiş, büyük devlet adamlıkları ve vakarlarıyla da tarihe geçmiş şahsiyetler olan Menderes, Zorlu ve Polatkan, vefatlarının üzerinden 63 yıl geçse de milletin gönüllerindeki yerlerini korumuşlardır.
12 MART MUHTIRASI
Türkiye'de ilk darbe, 1960'ta, bir grup subayın yönetime el koymasıyla yaşandı.
12 Mart Muhtırası ise 12 Mart 1971'de TSK komuta kademesinin; Genelkurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Faruk Gürler, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Celal Eyiceoğlu ve Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin Batur imzasıyla Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'a bir muhtıra vererek 32. Hükümeti istifaya zorladığı askerî müdahaledir.
1960 Darbesi sonrasındaki süreçte toplumsal olaylar arttı, karşıt görüşlü gruplar arasında çatışmalar yaşandı. 1970'e kadar gelinen süreçte örgüt eylemleri, sokak ve üniversite olayları, siyasi ve ekonomik sorunları daha da derinleştirdi.
1960 darbesinde cumhurbaşkanı olan Cemal Gürsel 1966'da hastalığı yüzünden TBMM tarafından görevinden alındı. Yerine Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay seçildi. Sunay'dan boşalan genelkurmay başkanlığı görevini 16 Mart 1966'da Cemal Tural devraldı. Tural'ın 3 yıllık genelkurmay başkanlığı görevinden sonra 16 Mart 1969'da yerine Memduh Tağmaç getirildi.
Süleyman Demirel'in başbakan olduğu dönemde, 16 Şubat 1969'da Türkiye siyasi tarihine "kanlı pazar" olarak geçen olay meydana geldi. İstanbul'a demirleyen Amerikan 6. Filosu'nu protesto sırasında 2 kişi öldü, yüzlerce kişi yaralandı.
Gösteri yapılmadan önceki günlerde Komünizmle Mücadele Derneği taraftarlarını tepkiye çağırdı. O gün, başka bir grup da Beyazıt Meydanı'ndaydı. İki grup meydanda karşılaştı. Olaylar sırasında Ali Turgut Aytaç ve Duran Erdoğan adlı 2 sol görüşlü genç bıçaklanarak öldürüldü.
DP'lilerin siyasi haklarının iade edilmesi
Süleyman Demirel hükümeti tarafından Mayıs 1969'da Anayasa değişikliğiyle "DP'lilerin siyasi haklarının iade edilmesi"ne yönelik TBMM'ye verilen teklif, dönemin siyasi tartışmalarını daha da alevlendirdi. Genel Başkanlığını İsmet İnönü'nün yaptığı CHP'nin de olumlu baktığı bu teklife, TSK karşı çıktı. Ankara'daki genelkurmay karargâhında çok farklı hazırlıklar yapılıyor ve ordu, Celal Bayar ve arkadaşlarına siyasi haklarının iade edilmemesi için darbe yapmayı düşünüyordu.
ABD Dışişleri Bakanlığının belgelerine göre, 19 Mayıs 1969 akşamı Ankara'daki Merkezî İstihbarat Teşkilatındaki bir CIA görevlisinin Washington'a gönderdiği mesajda, TSK'nın müdahaleye 16 Mayıs günü karar verdiği söyleniyordu. Aynı gün Cumhurbaşkanı Sunay, Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarıyla uzun bir görüşme yapmıştı. Bu görüşme sonrası ordunun anayasa değişikliğini istemediği saklanamaz bir gerçek hâlini almış, gazetelere de yansımıştı.
Büyük tartışmaların yaşandığı bu süreçte, "DP'lilerin siyasi haklarının iade edilmesi"ne yönelik anayasa değişikliği teklifi, komisyonda geri çekilmek zorunda kaldı. Siyasi gerginlik devam ederken 1969 genel seçimine gidildi. Süleyman Demirel'in liderliğindeki Adalet Partisi, seçimlerde büyük başarı kazanarak tek başına iktidar oldu. Demirel'in ikinci kez başbakan olduğu bu seçimde, 143 milletvekili çıkaran CHP, ana muhalefette kalmaya devam etti. Bayar ve arkadaşlarının 27 Mayıs Darbesi'yle kaybettikleri siyasi hakları 1970'lerin ortalarına kadar da iade edilmedi.
Celal Bayar
16 Mayıs 1883 doğumlu Celal Bayar, Meclis-i Mebusan üyesi, cumhuriyet döneminde iktisat vekili, Mustafa Kemal'in son başbakanı ve 1950-1960 arasında Türkiye'nin üçüncü ve asker kökenli olmayan ilk cumhurbaşkanı olarak görev yaptı.
Bayar, Eylül 1945'te milletvekilliğinden, Aralık 1945'te de CHP'den istifa etmişti. 7 Ocak 1946'da Demokrat Parti'yi (DP) kurdu ve partinin genel başkanlığına seçildi.
DP 1946 seçimlerinde CHP'ye karşı görece bir başarı elde ederek 62 milletvekili çıkardı. Bayar da İstanbul'dan milletvekili seçildi. 1946-1950 yılları arasında, ana muhalefet partisi lideri olarak eski partisi CHP'ye karşı zaman zaman sertleşen bir muhalefet yürüttü. Celal Bayar, 22 Mayıs 1950'de cumhurbaşkanı seçildi ve DP genel başkanlığından çekildi.
1954 ve 1957 seçimleri sonunda yeniden cumhurbaşkanı oldu ve 27 Mayıs 1960 Darbesi'ne kadar bu görevde kaldı.
Siyasi krizler ve işçi sendikaları
1970'te, çalışma yaşamını ve temel sendikalar mevzuatını düzenleyen 274 sayılı İş Yasası ile 275 sayılı Sendikalar Yasası'nda değişiklik yapan tasarı, Adalet Partisi ve Cumhuriyet Halk Partisinin iş birliğiyle kabul edildi. Yasa taslağı 11 Haziran 1970'te Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'ın onaylamasıyla yürürlüğe girdi.
Yasaya karşı 15 ve 16 Haziran'da düzenlenen gösterilerde 2 işçi, 1 polis ve 1 esnaf hayatını kaybetti. Ankara, Adana, Bursa ve İzmir'de de küçük çaplı olaylar yaşandı.
Görevi devraldıktan sonra içeride ve dışarıda pek çok sorunla karşılaşan Demirel Hükümeti, haşhaş ekimi nedeniyle de ABD'nin büyük baskısına maruz kaldı.
Hükümetin, örgüt eylemleri, sokak ve üniversite olaylarıyla karşı karşıya kaldığı bu süreçte, siyasi ve ekonomik sorunlar daha da derinleşti.
Yeni hükümetin yaptığı neredeyse her icraat kitlesel eylemlerle protesto ediliyordu. Sol örgütlerin yanı sıra DİSK ve Türk-İş'in organize ettiği eylemler kamu düzenini bozuyor, hayatı felç ediyordu.
Polisin müdahale ettiği eylemlerin büyümesi üzerine, Bakanlar Kurulunca İstanbul ve Kocaeli'de sıkıyönetim ilan edildi. Sokak olaylarına öncülük eden DİSK ve bağlı sendikaların yöneticilerinin pek çoğu, sıkıyönetim mahkemelerince tutuklandı ve yargılandı.
Sokak ve üniversite olayları
Siyasi krizler ve işçi sendikaları tarafından gerçekleştirilen eylemlerin yanı sıra hükûmetin üstesinden gelmesi gereken bir başka durum da üniversitelerdeki öğrenci olaylarıydı. Üniversitelerde karşıt görüşlü gruplar arasında çıkan ve emniyet güçlerince güçlükle bastırılan olaylarda, çok sayıda öğrenci yaralandı.
Eski ABD'nin Ankara Büyükelçisi Robert Komer'in otomobilinin ODTÜ'yü ziyareti sırasında yakılması, Ankara'da, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarınca 4 ABD askerinin kaçırılıp sonrasında serbest bırakılması da dönemin öne çıkan olayları arasında yer aldı.
Deniz Gezmiş ve arkadaşları tarafından kaçırılan bu dört asker daha sonra serbest bırakılmışlarsa da önceki günlerde askerlerin ve onları kaçıranların bulunması için ODTÜ'ye girmek isteyen güvenlik güçleriyle öğrenciler arasında çıkan çatışma sonucu komando eri Mevlüt Meriç'in öldürülmesi TSK'da büyük tepkiye neden oldu. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç, "Orta Doğu Teknik Üniversitesinde, Türk askerine, Türk oldukları iddiasında bulunanların ateş etmeleri TSK bünyesinde nefret uyandırmıştır." dedi. 12 Mart Muhtırası'ndan kısa süre önce meydana gelen bu olay ülke gündemini oldukça meşgul etti.
Solcu siviller darbe için askerleri yüreklendiriyordu
12 Mart'a doğru giderken Türkiye'de karışık günler yaşıyordu. Sol yazar-çizer takımı arasında "askeri müdahale eliyle sosyalist devrim" rüyaları görenler vardı.
Doğan Avcıoğlu'nun liderliğini yaptığı Yön dergisi ve Devrim gazetesi etrafında toplanan isimler – biri de Hasan Cemal'di - "Milli Demokratik Devrim" adı altında ordu içerisindeki özellikle genç subayları bir darbe için teşvik ve tahrik ediyordu. Darbe kliği, lider olarak Muhsin Batur ve Faruk Gürler'i görüyordu.
9 Mart 1971 darbe teşebbüsü
TSK tarafından emir komuta zinciri içerisinde 12 Mart Muhtırası verilmemiş olsaydı TSK içinde kurulmuş olan ve içlerinde emekli Korgeneral Cemal Madanoğlu'nun da bulunduğu askerî cunta harekete geçebilirdi. Cunta içine sızmış ve önemli görevler üstlenmiş olan Mahir Kaynak vasıtası ile darbe planları önceden haber alınmış, darbeye adı karışan ve orgeneral rütbesinden daha kıdemsiz olanlar resen emekliye sevk edilmişlerdi.
12 Mart 1971 Darbesi'ne giden süreçte Doğan Avcıoğlu'nun çıkardığı Devrim gazetesi etrafında toplanan ve içlerinde 27 Mayıs Darbesi'ni yapan Millî Birlik Komitesinin gerçek lideri emekli Korgeneral Cemal Madanoğlu'nun da bulunduğu "Millî Demokratik Devrimciler", o dönemin siyasi partilerinin demokrasi anlayışının bir oyalamaca olduğunu ileri sürerek "ulusçu-devrimci yöntem" olarak ifade edilen ilkeler doğrultusunda parlamento dışı muhalefeti savunuyorlardı. Devrim gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni Hasan Cemal, çok sonraları anılarını anlattığı 'Cumhuriyet'i Çok Sevmiştim' adlı kitabında, o zamanki maksatlarının, "ulusalcı subayları ikna ederek onlarla birlikte bir 'Millî Demokratik Devrim' darbesi yapmak" olduğunu yazdı.
9 Mart 1971 tarihinde planlanan darbe, içlerinde Mahir Kaynak ve Mehmet Eymür'ün de bulunduğu Millî İstihbarat Teşkilatı mensuplarının durumu Genelkurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç ve 1. Ordu Komutanı Orgeneral Faik Türün'e haber vermesiyle akamete uğratıldı.
Darbe gerçekleşiyor
1971'e gelindiğinde darbenin ayak sesleri duyulmaya başlandı. Ordu, 27 Mayıs 1960'tan yaklaşık 11 yıl sonra sivil siyasete yeniden müdahale etti. 12 Mart 1971'de saat 13.00'te, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç, Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler, Deniz Kuvvetleri Komutanı Celal Eyiceoğlu ve Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur'un imzasını taşıyan muhtıra, TRT radyolarından okundu.
Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'a, Başbakan Demirel'e, TBMM'ye ve Cumhuriyet Senatosu'na yazılı gönderilen 3 maddelik muhtırada, Demirel istifa etmez ve yerine askerlerin onaylayacağı bir hükümet kurulmazsa, ordunun idareyi doğrudan üzerine alacağı bildirildi.
Muhtıra metni
Darbecilerin imzasını taşıyan muhtıra şöyleydi:
1. Parlamento ve Hükûmet süregelen tutum, görüş ve icraatı ile yurdumuzu anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sokmuş, Atatürk'ün bize hedef verdiği çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak ümidini kamuoyunda yitirmiş ve Anayasa'nın öngördüğü reformları tahakkuk ettirememiş olup Türkiye Cumhuriyeti'nin geleceği ağır bir tehlike içine düşürülmüştür.
2. Türk milletinin ve sinesinden çıkan Silâhlı Kuvvetlerinin bu vahim ortam hakkında duyduğu üzüntü ve ümitsizliği giderecek çarelerin, partiler üstü bir anlayışla Meclislerimizce değerlendirilerek mevcut anarşik durumu giderecek ve Anayasa'nın öngördüğü reformları Atatürkçü bir görüşle ele alacak ve inkılâp kanunlarını uygulayacak kuvvetli ve inandırıcı bir Hükûmetin demokratik kurallar içinde teşkili zarurî görülmektedir.
3. Bu husus sür'atle tahakkuk ettirilemediği takdirde, Türk Silâhlı Kuvvetleri kanunların kendisine vermiş olduğu Türkiye Cumhuriyeti'ni korumak ve kollamak görevini yerine getirerek idareyi doğrudan doğruya üzerine almağa kararlıdır.
Bilgilerinize.
Orduda tasfiye
Başbakan Süleyman Demirel'in istifa etmek zorunda kaldığı bu süreçte Türkiye, "ara rejim" dönemine girdi. Çok sayıda işkence ve kötü muamele iddiasının ortaya atıldığı bu dönemde, temel hak ve özgürlükler de ağır yara aldı.
Muhtıra sonrasında başlayan operasyonlarda, birçok kişi gözaltına alınıp hapse atıldı.
Muhtırayı veren Genelkurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç, orgeneral rütbesindekiler hariç 9 Mart 1971 darbe teşebbüsüne adı karışan başta Tümgeneral Celil Gürkan olmak üzere tüm subayları resen emekliye sevk etti. 1. Ordu Komutanı Orgeneral Faik Türün de bu teşebbüse adı karışanları Ziverbey Köşkü'nde Millî İstihbarat Teşkilatı vasıtasıyla sorguya çekti. Bu sorgularda, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Faruk Gürler ve Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin Batur'un da 9 Mart hareketine önce destek verdikleri fakat sonra istihbarat bilgileri Genelkurmay Başkanı Tağmaç'a ulaşınca desteklerini geri çektikleri ortaya çıktı.
Solcular darbeyi destekledi
Muhtıra metninde geçen "Atatürk'ün bize verdiği hedef" gibi ifadeler nedeniyle Doğu Perinçek, Mihri Belli gibi isimlerin olduğu Millî Demokratik Devrimciler ve Mahir Çayan'ın etkisindeki DEV-GENÇ, TÖS, DİSK ve Hikmet Kıvılcımlı gibi sol görüşlü çevreler tarafından muhtıra sosyalist görüş lehine müdahale edildiği gerekçesiyle desteklendi. TİP'in büyük çoğunluğu desteklemese de, milletvekili sıfatıyla Mehmet Ali Aybar da muhtıra sonrası kurulan I. Erim Hükûmetini destekledi.
Yeni Hükûmet
Ordu, 12 Mart 1971'de bir muhtıra verdi. Parlamento kapatılmamış, siyasal partilerin çalışması engellenmemiş ve hiçbir yönetici tutuklanmamış ve hükümet idaresine fiilen el konulmamış olmakla birlikte bu apaçık bir darbe idi. Ordu kendi iradesini seçilmiş meclislerinin iradesine dayatmış ve silahlı kuvvetlerin yürütmesi "egemenliğin kayıtsız şartsız ait" olduğu söylenen milletvekillerinin ellerinden alınmıştı.
Askerler bir teknokrat hükûmeti istiyorlardı. Eğer böyle bir tarafsız başbakan Meclis içinden çıkar da güvenoyu alırsa sorun kalmazdı. Bunun için tarafsız bir milletvekili aranmaya başlandı. CHP Kocaeli milletvekili Nihat Erim ismi üzerinde anlaşıldı. Erim CHP'den istifa etti. 26 Mart 1971'de hükûmeti kurdu. Böylece artık bağımsız başbakan olan Erim, "partilerüstü reform hükûmeti"ni kurdu. Erim, başbakan olduktan sonra CHP genel başkanı İsmet İnönü, Erim hükûmetine destek vereceğini açıkladı.
Çok uzun ömürlü olmayan yeni kabine, yerini 22 Mayıs 1972'de Ferit Melen hükümetine bıraktı.
Melen hükümeti de bir süre sonra görevi bırakınca 15 Nisan 1973-26 Ocak 1974 tarihlerinde görev yapan Mehmet Naim Talu Hükümeti ülkeyi seçime götürdü. Talu'dan sonra Başbakanlık koltuğuna 37. Hükümet'i kuran Bülent Ecevit oturdu.
12 Mart 1971 Muhtırası'nın ardından 12 Eylül 1980'e kadar geçen 9 yılda, 11 hükümet değişikliği yaşandı.
12 Mart Muhtırası ile gerçekleştirilen darbe, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde emir-komuta zinciri içerisinde yapılmış ilk askerî müdahalesi olarak kayıtlara geçmişti. Bir sonraki askeri müdahale olan 12 Eylül darbesinde de cuntacılar bu "emir-komuta zinciri içinde darbe" kuralına titizlikle riayet edeceklerdi!
12 EYLÜL DARBESİ
Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren halk birileri tarafından düşman görülerek inanç ve değerleri, baskı ve katliamlarla dizayn edilmeye çalışıldı. Halka, Batılı yaşam tarzını zorla dayatma, bu ülkede yapılan darbelerin ilkiydi. Devrim ve inkılap adı altında Müslüman halka darbe üstüne darbe vuruldu. Türkiye'deki darbeler Cumhuriyetin ilk yıllarından günümüze değişik isimler altında geldi.
TSK 12 Eylül 1980 günü, ülkedeki karışıklıkları ve çatışmaları gerekçe göstererek gerçekleştirdiği askeri müdahale ile yönetime el koydu.
Dönemin Genelkurmay Başkanı daha sonra yargılanması gündeme gelen ve birçok tartışmaya neden olan Kenan Evren'di. Evren, Milli Güvenlik Konseyi Başkanlığı'nın yanı sıra cumhurbaşkanlığı görevini de üstlendi.
TBMM feshedildi
12 Eylül 1980 Cuma günü saat 03.59'da Türkiye radyoları (TRT) İstiklal Marşı'nın çalınmasıyla birlikte yayına geçti. Daha sonra anons yapılmadan Harbiye Marşı çalındı. Marşın bitiminde Genelkurmay ve Milli Güvenlik Konseyi Başkanı Orgeneral Kenan Evren imzasıyla yayınlanan Milli Güvenlik Konseyi'nin bir numaralı bildirisi okunmaya başlandı. Bu bildiriyi 5 bildiri daha izledi.
Bu müdahale ile 6. Süleyman Demirel hükümeti ve TBMM feshedildi, sendika ve derneklerin faaliyetleri durduruldu, genel sıkıyönetim ilan edildi.
1970 sonrasında değiştirilen 1961 Anayasası tamamen rafa kaldırıldı ve askeri bir dönem başladı. Bu dönem yaklaşık 9 yıl sürdü. 12 Eylül 1980 darbesinin ardından partiler lağvedildi, parti liderleri önce askeri üslerde gözetim altında tutuldu, ardından yargılandı.
Liderlere darbe tebliği
Darbe günü sabah saat 05.30'da Süleyman Demirel, Bülent Ecevit ve Necmettin Erbakan'a Genelkurmay Başkanı Evren tarafından birer tebliğ gönderildi.
Tüm tebliğlerde, "TSK yönetime el koymuştur. Hükümetiniz feshedilmiş, parlamento üyeliğiniz düşmüştür. Talimatı getiren subayın ikazlarına uyunuz" ifadesi kullanıldı, liderlere gidecekleri adresler de belirtiliyordu.
Bülent Ecevit ve Süleyman Demirel için Hamzaköy Gelibolu adresi belirtilirken, Necmettin Erbakan'a ise Uzunada İzmir adres olarak gösterildi. Ecevit ve Demirel eşleriyle birlikte aynı uçakla Hamzakoy'a götürüldü. Yaklaşık bir ay boyunca, 11 Ekim 1980'e kadar burada kaldılar. Erbakan ise aynı gün uçakla Uzunada'ya götürüldü.
Alparslan Türkeş evinde bulunamadığı için Milli Güvenlik Konseyi, 13 Eylül'de bir bildiri ile teslim olmaması halinde suçlu duruma düşeceğini belirtti. Bunun üzerine Türkeş 14 Eylül'de Ankara Merkez Komutanlığı'na teslim oldu ve Uzunada'ya gönderildi.
"Bizim çocuklar başardı"
Türkiye tarihinde kara bir leke olarak yer alan kanlı 12 Eylül 1980 askeri darbesinin üzerinden yıllar geçti. Emir-komuta zinciri içinde gerçekleştirilen bu darbe, 27 Mayıs 1960 Darbesi ve 12 Mart 1971 Muhtırası'nın ardından silahlı kuvvetlerin yönetime üçüncü açık müdahalesi olarak tarihteki yerini aldı.
12 Eylül, bazı kesimleri sindirme ve yok etme projesi olarak devletin içindeki illegal organizasyonlar tarafından gerçekleştirildi.
2011 yılında Bilgi Edinme Yasası kapsamında yapılan bir başvuru üzerine gizliliği kaldırılan 12 Eylül askeri darbesine ilişkin ABD Dışişleri Bakanlığı belgelerine göre, CIA'nin Türkiye Şefi olan Paul Henze, darbeyi, ABD Başkanı Jimmy Carter'a "Bizim çocuklar başardı" sözleriyle rapor etmişti. Provakatif eylemler ve faili meçhul cinayetlerle 12 Eylül darbesine zemin hazırlanmıştı.
Darbenin sözde gerekçeleri
12 Eylül darbesinin gerekçeleri arasında ülkede meydana gelen kaotik ortam, TBMM'nin birkaç turdan sonra dahi cumhurbaşkanını seçememesi ve 6 Eylül günü Konya'da Necmettin Erbakan önderliğinde yapılan ve darbe liderlerinin şeriat amaçlı bir kalkışma girişimi olarak nitelediği Kudüs Mitingi siyasi nedenler olarak belirtilebilir.
NATO güney kanadının en önemli üyelerinden olan Türkiye'nin siyasi ve ekonomik iktidarsızlığı özellikle ABD tarafından gözleniyordu. 1979 yılında meydana gelen İran İslam Devrimi, ardından aynı yıl içinde Sovyetler Birliği'nin Afganistan'ı işgal etmesi üzerine Türkiye'nin ABD politikaları için istikrarlı hale gelmesinin önem kazanması da darbede rol oynadı.
12 Eylül öncesi dönemin son Başbakanı Süleyman Demirel'in "70 sente muhtacız" sözü ile özetlenen ekonomik gidişatın kötü olması da darbenin sözde gerekçeleri arasındaydı.
12 Eylül askeri darbesinin esas hedefi solcular olmasına rağmen, İslami gruplar da payını aldı. Ancak İslami gruplar o zamanlar solcular kadar etkin olmadıklarından esas darbe solculara yapılmış oldu. Yoksa 12 Eylülcüler İslami grupları da hoş görmüyorlardı. Zaten yukarıda da belirttiğimiz gibi darbenin nedenlerinden birisi MSP'nin Konya'da yaptığı "Kudüs Mitingi" idi.
Darbenin bilançosu
TBMM kapatıldı, Anayasa ortadan kaldırıldı, siyasi partilerin kapısına kilit vuruldu ve mallarına el konuldu. 650 bin kişi gözaltına alındı.1 Milyon 683 bin kişi fişlendi.
- Açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı.
- 71 bin kişi TCK'nin 141, 142 ve 163. maddelerinden yargılandı.
- 98 bin 404 kişi "örgüt üyesi olmak" suçundan yargılandı.
- 7 bin kişi için idam cezası istendi.517 kişiye idam cezası verildi.
- Haklarında idam cezası verilenlerden 50'si asıldı (18 sol görüşlü, 8 sağ görüşlü, 23 adli suçlu, 1'i Asala militanı).
- İdamları istenen 259 kişinin dosyası Meclis'e gönderildi.
- 300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü.
- 171 kişinin "işkenceden öldüğü" belgelendi.
- Cezaevlerinde toplam 299 kişi hayatını kaybetti.
- 14 kişi açlık grevinde öldü.16 kişi "kaçarken" vuruldu.
- 95 kişi "çatışmada" öldü.
- 73 kişiye "doğal ölüm raporu" verildi.
- 43 kişinin "intihar ettiği" bildirildi.
- 388 bin kişiye pasaport verilmedi.
- 30 bin kişi "sakıncalı" olduğu için işten atıldı. 14 bin kişi vatandaşlıktan çıkarıldı.
- 30 bin kişi "siyasi mülteci" olarak yurtdışına gitti.
- 937 film "sakıncalı" bulunduğu için yasaklandı.
- 23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu.
- 3 bin 854 öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hâkimin işine son verildi.
- 400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi.
- Gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi.
- 31 gazeteci cezaevine girdi.
- 300 gazeteci saldırıya uğradı.
- 3 gazeteci silahla öldürüldü.
- Gazeteler 300 gün yayın yapamadı.
- 13 büyük gazete için 303 dava açıldı.
- 39 ton gazete ve dergi imha edildi.
Darbede ABD parmağı
MİT eski müsteşarlarından Mahir Kaynak, 12 Eylül 2011 tarihli Vatan Gazetesi'nde yayımlanan röportajında, 12 Eylül darbesinde ABD'nin parmağı olduğunu söylemişti. Kaynak, konu ile ilgili şu ifadeleri kullanmıştı:
"Biz de geçmişte bir sürü çelişkiyi yaşadık. Dedik ki, 'Demirel Amerika tarafından getirilmiştir. Morrison Süleyman'dır!' Biliyorsunuz, Morrison Knudsen mühendislik firmasında çalıştığı için, Demirel'i eleştiren çevreler 60'lı yıllarda kendisinden bu sıfatla bahsediyordu... Ama sonra ne oldu? 1970'li yıllarda CIA'in Türkiye şefi Paul Henze, 12 Eylül darbesini Başkan Jimmy Carter'a 'Bizim çocuklar başardı!' diye haber verdi. Kastettiği çocuklar darbeyi yapan generallerdi. Yani Amerikalılar Demirel'i devirdiler! Amerika, Amerika'yı mı devirdi diyeceğiz şimdi? Aslında bunlar çok tutarlı politikalardır. Ne oldu? Demirel'in yerine Özal geldi. Çünkü 12 Eylül darbesinin asıl amacı Özal gibi birini getirmekti. Özal, Türkiye'yi dünyaya açtı. Dünyayla ekonomik olarak bütünleştik, değil mi? Yani küresel sermaye Türkiye'ye ilk adımını o zaman attı."
12 Eylül ve Kürd halkı
12 Eylül, bazı kesimleri sindirme ve yok etme projesi olarak devletin içinde illegal organizasyonlar tarafından gerçekleştirildi. Provakatif eylemler ve faili meçhul cinayetlerle 12 Eylül darbesine zemin hazırlandı. Sonuç itibariyle siyasi kurumlar buna çanak tuttu. Siyaset kurumunda siyaset yapan erkler, olabilecekleri ya tahmin etmediler ya da kendi siyasi menfaatleri gereği müdahale etmediler. Sonuç olarak 12 Eylül'ü bu topluma yaşattılar ve 12 Eylül Kürd halkı için korkunç bir cendere olarak tarihe geçti.
12 Eylül darbesi Türk-Kürd ayrımında çok büyük bir rol oynadı ve 1983 yılında yaşanacak PKK sorunlarına ivme kazandırdı. Yaşanan tüm olaylar ilerde yaşanılacak olayların da habercisi oldu.
1980 darbesi sonrasında Kenan Evren'in "bir sağdan astık bir soldan; denge olsun diye" sözü bu darbeden hiç pişman olmadığının ve yaptıklarının en açık kanıtıdır. Darbeden önce halkta terörün bittiğine dair rahatlama olmuştu. Ancak darbe senaryosunu hazırlayanlar yavaş yavaş bu senaryoyu uygulamaya koymaya başlamış ve yeni bir dönemin içine girilmişti. 1978'de kurdurulduğu bilinen PKK, 1982 yılında bir anda gündeme gelmiş, halka baskı ve zülüm yapmaya başlamıştı.
Darbenin Müslümanlar açısından sonucu
Darbenin Müslümanlar açısından en önemli sonucu İran'da meydana gelen İslam Devrimi'nin Türkiye'ye girişinin engellenmesidir. Türkiye o sıralar ABD'den bağımsız bir dış politika izlemekteydi. Amerika Birleşik Devletleri yönetiminin darbeden haberdar olduğu ve darbe gecesi Başkan Jimmy Carter'a "bizim çocuklar işi bitirdi" anlamında bir mesajın, bir toplantının ortasında iletildiğinin anlaşılması, darbedeki Amerikan rolünü gözler önüne sermektedir. Müdahalenin ardından Türkiye ile ABD arasındaki Savunma ve Ekonomi İşbirliği Anlaşması 18 Kasım 1980 tarihinde Bakanlar Kurulu tarafından onaylandı. Amerikan üsleri ve tesisleri yeniden açıldı. 12 Eylülcülerin uygulamaları Kürtleri mevcut sisteme yabancılaştırdı. Çünkü Kamu Kurumlarında Kürtçe'nin yasaklanması gibi birçok yasak Kürtleri küstürdü.
Bu da PKK'nin iyice güçlenmesine sebep oldu. Kürt köylerine askerlerce yapılan baskınları ve Diyarbakır Cezaevi işkenceleri Kürt gençlerini sanki bilerek dağa göndermek için yapılıyordu. PKK'nin güçlenmesi muhafazakâr İslami duyguları güçlü olan Kürtlerin İslami açıdan radikalleşmemeleri demekti. Bu nedenle bütün sol çevreleri ezen 12 Eylülcüler PKK'nin Lübnan'daki Bekaa vadisine kaçmasına izin vermişti. Bu gün İslam dinini kendisine en büyük engel olarak tanımlayan PKK'nin 12 Eylül ürünü bir yapı olduğunu savunmak abartı sayılmaz.
Türkiye hâlâ cunta anayasasıyla yönetiliyor
12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra yürürlüğe giren, "Milli Güvenlik Konseyi üyelerinin yargılanamayacağına dair Anayasa'nın geçici 15. maddesi, 12 Eylül 2010'daki referandumun ardından kaldırıldı.
Darbenin sorumluları ile bu kişilerin emir ve talimatlarını uygulayanlar hakkındaki suç duyurularının ardından, darbe döneminin genelkurmay başkanı olan 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren ile eski Hava Kuvvetleri Komutanı emekli Orgeneral Tahsin Şahinkaya hakkında dava açıldı.
Evren ve Şahinkaya, "21 Aralık 1979'da dönemin başbakanına verdikleri muhtırayla Anayasayı ve TBMM'yi ortadan kaldırmaya ve görevini yapmasını engellemeye teşebbüs suçundan, 12 Eylül 1980'de de cebren Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nı tağyir, tebdil veya ilgaya ve bu kanun ile teşekkül eden TBMM'yi ıskat ve cebren men suçundan eylemlerine uyan 765 sayılı TCK'nın 146/1. maddesi gereğince" ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırıldı. Takdiri indirimle bu cezalar, "müebbet hapis cezası"na çevrildi.
Yargıtay 16. Ceza Dairesinin temyiz incelemesi sürerken Evren, 10 Mayıs 2015'te tedavi gördüğü Gülhane Askeri Tıp Akademisinde 98 yaşında, dönemin Hava Kuvvetleri Komutanı emekli Orgeneral Şahinkaya da 9 Temmuz 2015'te 90 yaşında öldü. Yargıtay, temyiz incelemesinde sanıkların ölümü nedeniyle davanın düşürülmesi kararını verdi.
Darbenin üzerinden 30 yıl geçtikten sonra darbecilerden hesap sormaya çalışılmışsa da Türkiye'nin hâlâ o cunta anayasasıyla yönetiliyor olması büyük bir çelişki olarak durmaya devam ediyor. (İLKHA)
YASAL UYARI: Yayınlanan yazılı haber, fotoğraf ve videonun tüm hakları İlke Haber Ajansı Basın Yayın San. Tic. A.Ş.'ye aittir. Hiçbir surette haber, fotoğraf ve videonun tamamı veya bir kısmı yazılı sözleşme yapılmadan veya abone olmadan kullanılamaz.
Her yıl insan hakları raporları yayımlayan, Dünya Çocuk Hakları Günü'nü kutlayan, hak ve özgürlüklerden dem vuran ABD ve AB gibi Batılı uluslar, söz konusu Filistin, Lübnan ve Gazze'de katledilen en az 20 bin çocuk olunca utanç verici bir sessizliğe bürünüyor.
Filistin toprakları üzerinde siyonist rejimin kurulmasına, işgal ve katliamlara yol açan “Balfour Deklarasyonu”nun üzerinden tam 107 yıl geçti.
20 yıldan fazla bir süre ile Afganistan'ı işgal altında tutarak halkını sefalete mahkûm eden barbar Batı, hezimetini kamufle etmek için, Afganistan halkının yüzde 80'inin yoksulluk sınırının altında olduğu yaygarasını kopararak propaganda malzemesi olarak kullanıyor.
Yugoslavya'nın parçalanmasından sonra Sırpların Boşnaklara karşı başlatmış olduğu soykırıma karşı direnen ve nihayetinde mücadelesini zaferle taçlandıran Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç, vefatının 21'inci yılında rahmetle anılıyor.