İslam'ın izzetini koruyup savundukları için 90'lı yılların karanlık yapıları tarafından kurulan kumpaslar sonucu 30 yıl zindan hayatı yaşayan Yazar Abdullah Zengin, Şanlıurfa E Tipi Cezaevi'ndeki Medrese-i Yusufiye'de yaşadığı süreci anlattı.
Kendine rakip gördüğü camia ve yapıları yok etme yoluna giden FETÖ’nün, kendisi gibi düşünmeyen yapılara hayat hakkı tanımayan PKK’nin ve JİTEM ile Ergenekon tarzı illegal yapıların hedefindeki Mustazaf Müslümanlar, özellikle 90'lı yıllarda türlü saldırı ve işkencelere maruz kaldılar.
İslam'ın izzetini koruyup savunan Mustazaf Müslümanlardan kimileri hicret hayatı yaşamak zorunda kalırken, kimileri de dönemin karanlık güçlerinin yargıda oluşturduğu yapılanmalar tarafından kurulan kumpaslar sonucu zindana konuldu.
Günlerce süren işkence ve sorgulamalar sonrası ihdas edilen suçlamalarla ömür boyu hapse mahkûm edildiler. Gençliğinin baharında hukuksuz bir şekilde cezaevine giren Mustazaf Müslümanlar, aradan geçen onlarca yılda cezaevindeki sağlıksız koşullar nedeniyle türlü hastalıklara duçar oldular.
Hukuksuz bir şekilde Şanlıurfa’nın Eyyübiye ilçesindeki Şanlıurfa E Tipi Kapalı Ve Açık Cezaevi'nde Medrese-i Yusufi hayatı yaşayan Yazar Abdullah Zengin ve dava arkadaşları, yıkım çalışmaları başlayan eski cezaevine giderek, yaşadıkları zindan sürecindeki hatırladılar.
Cezaevinin her bir köşesinde yaşadığı anıları anlatan Zengin, bir zamanlar yaşanan zorluklara ve cezaevindeki şartlara dikkat çekti.
İslam'ın izzetini savundukları için 90'lı yılların karanlık yapıları tarafından kurulan kumpaslar sonucu 30 yıl zindan hayatı yaşayan Yazar Abdullah Zengin, cezaevi sürecini ve anılarını İLKHA’ya anlattı.
“Kendi memleketimize yakın olma amacıyla bakanlıktan bu cezaevine gelmeyi talep ettik”
Zengin, “Şanlıurfa Cezaevi ile ilk tanışmamız 1992 yılı ekim ayının 22'sinde, ben İbrahim Halil Göv ve Mehmet Şakir abimizle birlikte 18 günlük gözaltı süresinden sonra buraya geldik. O zaman bizi, şu anda oda sistemine dönüştürülen hücrelere attılar. Yaklaşık 15 gün hücrelerde kaldıktan sonra dosyamız Diyarbakır'da olduğu için DGM'de yargılandık, bu yüzden bizi Diyarbakır'a gönderdiler. Birçok cezaevi dolaştık, en son kendi memleketimize yakın olma amacıyla Bakanlıktan bu cezaevine gelmeyi talep ettik. O zamanlar Bingöl Cezaevi'ndeydik. Bingöl Cezaevi'nden buraya gelmeyi talep edince Bakanlık talebimizi kabul etti. 31 Ağustos 1998 yılında tekrar bu cezaevine geri döndük. Biz bu cezaevine geldiğimizde 21 arkadaştık. Daha önce burada İslami kimliklerinden dolayı yakalanan Diyarbakırlı 8 arkadaşımız vardı. Bilal Soytaş, Mehmet Kahraman ve oğlu. Oğlu henüz 18 yaşına bile girmemişti. Şu an isimlerini hatırlamadığım üç dört arkadaşımız daha vardı. Nezaretten çıktığımız gece, bizi onların yanına verdiler. Bu cezaevine dönüşümüz bu şekilde oldu. Fakat 1998'den 2003 yılına kadar burada kaldık." dedi.
Kaldıkları koğuş ortamına da değinen Zengin, "D blokta 4 ve 6 koğuşlarda kalıyorduk. Sayımız daha sonra Batman ve Diyarbakır'dan gelen arkadaşlarla 48'e çıktı. Bu arkadaşlarımızın gelmesiyle bayağı kalabalık bir koğuş ortamı oluştu. Onların bu koğuşlara gelmesi o kadar kolay olmadı. Bununla alakalı tabii ki farklı hikayeler de var. Biz arkadaşlarımızın buraya geleceğini duyunca yerimizin dar olduğundan dolayı idareden yan koğuşu da istedik. Fakat o zamanlar idare yan koğuşu açmadı. Arkadaşlarımızın ısrarı üzerine yan koğuşu da bize verince, iki koğuş olduk. İki koğuşu almamız kolay olmadı. Arkadaşlarımız bizden yaklaşık 3-4 ay sonra geldiklerinde, onları yeni yapılan hücrelere attılar. Hatta bir gece, onları askerlerin eşliğinde geldiklerinden indirip işlemlerini bile yapmadan onları hücrelere atıyorlardı. Sanki esir edilmiş mahkûmlar gibi. Tabii gelenlerden haberimiz yoktu fakat gelen seslerden onların olduğunu öğrenince idareye baskı yaptık, gelen arkadaşlarımızı bizim yanımıza vermeleri için. Fakat uzun uğraşlar sonucu ancak bir hafta sonra o arkadaşları yanımıza verdiler.” diye anlattı.
“Koğuş sisteminden hücre sistemine geçmek gerçekten kolay olmadı”
Cezaevinde yaşadıklarını anlatan Zengin, “Koğuş sisteminden hücre sistemine geçmek gerçekten kolay olmadı. Koğuş sisteminde 20-25 kişi bir koğuşta kalıyor hem kalabalık açısından hem de genişliği açısından rahattı. Hem de abdest ve banyo yeri konusunda rahattı. Fakat hücre dediğimiz yerler gerçekten bir mahkûmun kalabileceği yerler değildi. Bir nevi mahkûmu baskı altına almak, mahkûmu sindirmek veya mahkûma kendi istediği şeyi yaptırabilmek için bir nevi şantaj malzemesi olarak kullanılıyordu. Elhamdülillah, o günlerde geride kaldı. Burada görüş konusunda da çok farklı hikayelerimiz var. O zamanlarda Bingöl Cezaevi oda sistemine geçiyordu. Oda sistemine geçtiği zaman mahkûmları, buralardaki odalardan daha küçük odalara aldılar ve arkadaşlarımız da o sisteme girmemek için orada eyleme girdiler. Görüşe çıkmama, mahkemeye gitmeme veya revire gitmeme gibi eylemler yapmaya başladılar. Biz de o arkadaşlara destek amacıyla aynı eylemleri yapmaya başladık. Eylem yaptığımız zamanlarda görüşe gelen akrabalarımız görüşmeden geri dönüyorlardı, ta ki arkadaşlarımızın durumu düzelene kadar. Tabii o zamanlarda bir mahkûmun eşi, ailesi veya çocuğu gelip görüşemeden geri dönüyordu. Bingöl Cezaevi'ndeki arkadaşlarımız bu nedenlerden dolayı eyleme girince, Mardin'deki, Siirt'teki, Elazığ'daki arkadaşlarımız ve bizler kendi imkânlarımız doğrultusunda destek olmaya çalıştık. Tabii bu süreç kolay olmadı. Görüşe gelen anneler, babalar ve aileler, acaba mahkûmlarımızın durumu iyi mi diye, acaba başlarında bir şey mi geldi diye düşünüyorlardı? Fakat biz, buradaki arkadaşlarımız hücrelere atılmasın ve hücrelerden çıkartılsın diye her şeyi göze almıştık. Belki zorlu bir süreç oldu ama yine de Bingöl'deki arkadaşlarımız sonradan da olsa daha rahat bir imkâna, cezaevindeki olanaklardan faydalanabilecek bir imkâna ulaştılar.” şeklinde konuştu.
“Rencide edebilmek için mahkûm muamelesi yapıyordu”
Cezaevi idaresinde yaşadıkları zorluklara değinen Zengin, “Şanlıurfa Cezaevi belki bizim dışımızda çok fazla siyasi mahkûmla karşılaşmamıştır. Bizim bu cezaevine girişimizle burada siyasi mahkûmların sahip olduğu haklar ve imkânlar biraz daha arttı. Tabii, bu da kolay bir süreç olmadı. Bu cezaevi, siyasi mahkûm barındırmıyordu, adli mahkûmlara alışmıştı, onlara göre muamelesi olan bir cezaeviydi. Sıradan bir gardiyan, bir görevli bile istediği kişiye, istediği şeyi yaptırabiliyordu. Fakat biz buraya geldiğimiz zaman kendi haklarımız konusunda ısrarcı olduk ve kendi haklarımız konusunda da direndik. Elhamdülillah, orada bir temsilcinin olması, istediğimiz zaman zafere gidebilme imkânına sahip olmamız, görüş konusunda gelip giderken daha rahat gidip gelebilmemiz, görüşlerimizi de saatinde kullanabilmemiz konusunda birçok imkâna sahip olduk. En önemli şeylerden biri de gittiğimiz yerlerde ortamı temiz tutmak adına yaptığımız ve namaz kıldığımız yerleri temizleyip seriyorduk. Fakat burada yok. Bu konuda bize sıkıntı çıkardı. İdare, bizim dışarıya çıkıp ayakta sayım vermemizi istiyordu. Biz bunu yapmadığımız için burada birçok zorluklarla karşılaştık, birçok sıkıntı yaşadık. İdare adeta bize karşı cephe aldı. Elimizde olan imkânları kısıtlamaya, ziyaretçilerimize sıkıntı çıkarmaya veya en tabi hak olan haklarımızı vermemeye çalışıyordu. Bunun sebebi ise bizim bahçeye çıkıp ayakta sırada sayım vermememizdi. Zaten her türlü sayım alınıyordu, içeride, dışarıda veya koğuşta. Kat idare, bizim dışarıya çıkıp ayakta sayım vermemizi istiyordu. Bu bizim için rencide edici bir durumdu. O mesele, sayım alma meselesi değildi, seni rencide edebilmek için sana mahkûm muamelesi yapıyordu ve bu konuda biz çok sıkıntı yaşadık. Bir de görüş süreleri çok kısaydı. Biz sürenin daha fazla olmasını talep ettik, o konuda biz çok sıkıntı yaşadık." ifadesini kullandı.
"2000 yılında dindar kesime operasyon düzenlendiği zaman, getirdikleri mahkûmları bizden ayrı bir bölüme aldılar, bizi de ayrı bir bölümde tuttular." diyen Zengin, "Hiçbir şekilde birbirimizle konuşmaya veya iletişime geçmeye müsaade etmediler. Bir ara ben sabahleyin ekmek almaya gittim, elimde ekmek torbası ile C bloktan başka bir koğuşta kalan arkadaşlardan biri çıkmıştı, hemen ön tarafında yürüyordu. Fakat gardiyan, onunla bir araya geldiğimi görünce hemen bizi durdurup arkadaşa koğuşa aldı, beni ekmek almaya gönderdi. Ben hemen ekmeği almaya gittim ve daha sonra o arkadaşlarımızı ekmek almaya gönderdiler. Farklı bir sebepten koğuştan ayrıldığımız zaman, diğer arkadaşlarımızı bizimle görüşmemeleri için onları bizle aynı zamanda göndermiyorlardı. En tabi olan hakkımız, aynı renkte mahkemeye gitmemizi bile engelliyorlardı. Tabii bunun ne mantıkla yapıldığı hakkında en ufak bir fikrimiz yok.” ifadelerini kullandı.
“Avluya çıkıp kendi aramızda müzakereler yapardık”
Cezaevini nasıl Medrese-i Yusufi’ye çevirdiklerini anlatan Zengin, “Cezaevi diyoruz, zindan diyoruz ama keşke buralar bir dile gelip de konuşsa. Buralarda kimisi ezberlerini yapıyordu, kimisi zikrini çekiyordu. Bu volta atılan yerlerde, arkadaşlarımızın elinde Kur'an-ı Kerim ve ezberlerini yapıyorlardı. Kimi Kur'an okuyor, kimi Cevşen'i okuyor, kimi de elinde tesbihiyle salavatını çekiyordu. Normalde biz gündüzleri Arapça dersini alıp dışarıya çıkıp müzakere ederdik ya da koğuşta oturup konu Siyer’den bir konu işlerdik. Avluya çıkıp kendi aramızda müzakereler yapardık, dışarıdaki arkadaşların ve Müslümanların durumunu müzakere ederdik. Tabii, kendimize göre birtakım düşünceler, fikirlerimiz de vardı. Evet, buraların ismi belki zindan, fakat hem zikr ile hemfikirle, aramızdaki o kardeşlik ve muhabbetle buralar hiç unutamadığımız günleri yaşadığımız yerler oldu. Belki buralarda ne gibi güzel anılar olabilir fakat buralardan hafız olarak çıkan veya ilmini bitirip çıkan birçok arkadaşımız var. Dışarıda bulamadığı manevi ortamı burada bulan birçok insan var. Geçmiş dönemlerde âlimlerimiz, ulemalarımız inzivaya çekildikleri zaman bir mağaraya, bir caminin köşesine veya bir medreseye çekilirlerdi, o cezaevleri de bizim için hem ilim yeri hem zikir yeri hem de halvethane yeri oldu. Ayrıca aranabildiğimiz, ruhumuzun pak olduğu, bizim için inziva yerleri oldu. Elhamdülillah bu konuyla alakalı hem bu cezaevinde hem de diğer cezaevlerinde unutamadığımız birçok anımız vardır." dedi.
Ramazan aylarında zindan havasına da değinen Zengin, "Ramazan aylarında, özellikle buranın havası bir başkaydı. Ramazan ayının tekli gecelerini bulmak için özellikle arkadaşlarımızla nöbetleşe kalırdık ki o geceyi hem zikirle hem de ibadetle geçirelim diye. O geceyi nöbetleşe geçirirdik. Bir sabah bir arkadaş, ranzanın üstünde otururken, yukarıdaki pencereden havaya baktı ve sanki ‘Bugün güzel bir gün’ dedi. Hem günün ışıkları hem havanın güzelliği, bizim Kadir Gecesi'ni yakaladığımız konusunda kanaatimiz olmasına sebep oldu. Bu cezaevinde beraber kaldığımız İdris Şahin abimiz vardı. Allah ona rahmet eylesin. Bir hastalıktan dolayı vefat etti. Bu cezaevi İdris abiyi, yerinde duramayan gardiyanlarla devamlı kavgalı, onlarla sürekli münakaşaya giren biri olarak bilinirdi. Ama gerçekten ihlaslı, samimi, fedakâr bir kardeşimizdi. Burada 48 kişi biz beraber kalıyorduk. Unutamadığım kişilerden bazıları da Naşit Abi, Mustafa Demir, Cahit Abi, Kasım Abi, Mehmet Kahraman, Mehmet Salih Aslan gibi çok kıymetli abilerimiz var. İbrahim Abi ile burada bir süre kaldık fakat daha sonradan İbrahim Abi Bingöl Cezaevi'ne gönderildi.” dedi.
“Buraya gelen dışarıdan nasıl geldiği bilinmez, fakat buradan ayrıldığı zaman kokusunu veren bir gül olarak çıkıyordu”
Zengin, cezaevinin ümmetin derdine çareler arayan Müslümanların içinde bulunduğu bir halin ve içinde bulunduğu bu zilletin esaretinden kurtulmak için ‘Ben neler yapabilirim? Buna göre kendimi nasıl yetiştirebilirim?’ diye düşünülmeye başlanılan ve buna göre de hem maddi hem manevi olarak kendini yetiştirme ortamına dönüştüğünü ifade etti.
Zengin, “Zindan gülistandır, bize orada gül verilir ümmete’ diye bir ezgi var. Gerçekten Allah'ın yardımı ve kardeşlerimizin, abilerimizin özverili ve ihlaslı çalışmaları sayesinde buraya gelip giden bir kişi, buranın kalınmayacak ya da sıkılacak bir ortam olmaktan çıkmış, daha çok buradan ümmetin dertlerine deva olabilecek, ümmetin derdine çareler arayan Müslümanların içinde bulunduğu bir halin ve içinde bulunduğu bu zilletin esaretinden kurtulmak için ‘Ben neler yapabilirim? Buna göre kendimi nasıl yetiştirebilirim?’ diye düşünmeye başlamış ve buna göre de hem maddi hem manevi olarak kendilerini yetiştirdikleri bir ortama dönüşmüştü. Buraya gelen dışarıdan nasıl geldiği bilinmez, fakat buradan ayrıldığı zaman kokusunu veren bir gül olarak çıkıyordu. Elhamdülillah biz o günlere de şahidiz.” şeklinde konuştu.
Cezaevinin kendileri için ilim sesinin, Kur'an sesinin yükseldiği yerler ve sürekli dirençli tutan ilahi ve ezgilerin yükseldiği yerler olduğunu vurgulayan Zengin, “Zindan denilince insanın hafızasında karanlık, demir parmaklıkların olduğu, bir cezanın olduğu aklına gelebilir. Fakat bu cezaevlerine Yusufi abilerimiz girdiği zaman, oralar Yusufi medreselere dönüştü ve dönüşüyor da. Biz bunun örneklerini 39'da, Bingöl'de, Diyarbakır'da, Şanlıurfa'da ve nice yerlerde gördük. Elhamdülillah. Yusuf Aleyhisselam, nasıl ki girdiği zindanı bir mescide, bir medreseye dönüştürdüyse, Elhamdülillah, bu söylediğim yerler ve birçok yerde de İslami şuur, bir şeyler yapma isteği, ümmete ve halkımıza bir şeyler verebilme ve halkımızı bu durumdan kurtarabilme adına ve onların derdine derman olabilme adına beraberinde birtakım şeyleri getiriyor. İlimli bir ortam oluşturma ve bu ilmi ortamlardan istifade etme gibi. Buralar adli mahkûmların olduğu, yanık türkülerin seslendirildiği yerler olduğu fakat bizim için ilim sesinin, Kur'an sesinin yükseldiği yerler ve bununla birlikte bizi sürekli dirençli tutan ilahi ve ezgilerin yükseldiği yerler oldu.” diye konuştu.
“O gün yapılan faaliyetler, bugün resmi olarak yapılıyor”
90'lı yıllarda camilerde ders verdikleri için cezaevlerine atıldıklarını belirten Zengin, “Mesela şu an dile getirildiği zaman, buralarda en çok dile getirilecek ilahilerden bir tanesi de ‘Güneşsiz günler ve aç zamanlar, zalim bir kabir, zindan olmalı. Şehadet aşkı, zafer amaçlar, düzlüğe çıkar bütün yamaçlar’ diye Bingöl Cezaevi'nde yazılmış ve daha sonradan bütün cezaevlerinde seslendirilen bir ilahidir. Bu, güzel bir şekilde ifade ediyor. 90'lı yıllarda mürted örgütle yaşadığımız çatışmalı süreçten dolayı, kardeşlerimiz haksız bir şekilde sırf kendilerini korudukları için, nefsi müdafaa yaptıkları için cezaevlerine atılıyordu ya da camilerde ders verdikleri için cezaevlerine atılıyordu. Bu cezaevlerinden binlerce kişi geldi geçti. O gün yapılan faaliyetler, bugün resmi olarak yapılıyor. O günkü faaliyetler yasak olmasına rağmen bugün camilerde, Kur'an kurslarında, okullarda o faaliyetler yapılıyor. Fakat kimse engellemiyor ve kimse bunu yasak olarak görmüyor. Neden? O zamanlar yasak görüldü. Çünkü zihniyet buna karşıydı. Zihniyet dindarlığa karşıydı ve zihniyet İslam'a karşıydı. Bunlardan dolayı da İslami faaliyetler içerisinde bulunan insanlar haksız bir şekilde zindanlara atılıyordu. Elhamdülillah o günlerde geride kaldı.” diye konuştu.
“Allah'ın huzuruna gittiğimiz zaman, 30 yıl değil de 3000 yıl kalsaydık, Allah için buralarda yatsaydık diyeceğiz”
Zengin son olarak Allah için değil 30 yıl, 3000 bin yıl kalmayı göze aldığına dikkat çekerek sözlerini şu şekilde sonlandırdı:
“Gördüğünüz gibi burası kuyu gibi karanlık bir yer. Dışarıdan biri buraya geldiği zaman çok sıkıldığı, daraldığı bir yer. Fakat o zamanlar buralar bize hem halvethane hem Medrese-i Yusufiye, hem de ilim yeri olmuştu. İnsan, ilim yerinde, Allah ile beraber olduğu ortamda zindan da olsa, onun için farklı bir yere dönüşür. Yani belki 30 yıl buralarda kaldın, sana hiç zor gelmedi mi diye sorabilirsiniz.? Elbette ki zorlandığımız, sıkıntı çektiğimiz anlar olmuştur. Fakat şunu samimiyetle söyleyebilirim ki biz bile bazen zamanın peşinde koşuyorduk ki zamanı yakalayabilelim. Fakat zamanımız çok hızlı geçiyordu. Böyle, onun kalbi zikirle, irfanla dolu olduğu zaman, rıza ve olumsuzluk, kişi için fark etmiyor. Şunu rahat bir şekilde söyleyebilirim ki biz buralarda 30 yıl kaldık, fakat Allah'ın huzuruna gittiğimiz zaman, 30 yıl değil de 3000 yıl kalsaydık, Allah için buralarda yatsaydık diyeceğiz. Çünkü bizim heybemizde kalacak, bize azık olarak kalacak ve Allah'ın huzurunda bizim işimize yarayacak şeyler salih amellerdir. Üstadımın deyimiyle, bir amel çok daha fazla sevaba vesiledir. Burada kılınan namaz, burada tutulan bir nafile oruç veya yapılan nafile bir ibadet, dışarıdakine nazaran çok daha fazla sevaba vesile olur. Onun için burada kıldığımız namazları, burada tuttuğumuz oruçları ve Ramazan aylarını hala özlemle anıyoruz. Rabbim onların aynısını daha güzel bir şekilde dışarıda geçirmeyi nasip etsin inşallah." (İLKHA)
Hişyariya Zagonî: Mafên tamamê vîdyo, wêne û xeberên nivîskî yên ku hatine weşandin aîdî Ajansa Nûçeyan a Îlkê ya Şîrketa Hevpar e. Heta ku hevpeymana nivîskî an jî abonetî neyê kirin bi tu sûretî temamê an jî qismekî fotograf, vîdyo û xeberan nikare bên bikaranîn.